25 Ekim 2009 Pazar

Çırpınırdı Karadeniz

2000 Eylülünde Karadeniz cephesi karıştı. Önce Giresun belediye başkanı çıkıp Topal Osman’a laf edeni yaşatmayız mealinde bir şeyler söylemiş. Peşinden Bayburt’un yerel gazetesi birkaç gün üstüste sekiz sütun manşet geçmiş, “Küstah Ermeni Bayburt’a dil uzattı” diye. Kitapta “Bayburt’lu kadınlar tepeden tırnağa burka giyiyor, Afganistan gibi bir yer” demişim. Başyazılar zehir zemberek, tok evin aç itiymişiz, susturmayı bilirlermiş.

Trabzon Ticaret Odası ayaklanmış, kitabımın* toplatılmasını istemiş. Meğer “Trabzon’da nataşalar var” diyormuşum. Vali bey demeç verip “Trabzon’da nataşa yoktur” buyurmuş, ne de olsa vali, hakikatle bağı o kadar. Türsab başkanı Ulusoy, ki Trabzonludur, yayınevime yazı yazıp kitabı derhal toplatmazlarsa bilmemkaç yüz milyarlık işlerini iptal edeceğini bildirmiş.

Birtakım pespaye kanalların açık oturumlarında her gün adım geçmeye başladı. Neymiş? Atom Egoyan’ın Ararat filminin piyasaya çıktığı şu günlerde acaba yurdumuza karşı bir komplo muymuş? Hulki Cevizoğlu’nun programında aklıevvelin biri çıkıp Pontos bölgesinde Nişanyanların misyoner faaliyetlerinde bulunduğunu ifşa etmiş. Lazları kandırıp Ermeni yapıyormuşuz, zeğer.

Tehdit maillerinin bini bir para. Kesif bir lağım kokusu, adeta ekrandan taşıyor, ağzını burnunu dolduruyor.

*

Bunların hepsi dört-beş günde oldu. Televizyonlardan biri canlı yayına çağırdı. Ya herro ya merro deyip gittim. Allahtan formdaydım. Sırıtarak oturdum. “Bunların” dedim “okuma alışkanlığı yoktur, okusalar da anlamazlar, taşra matbuatının yavelerinden başka yazı görmemişlerdir, anlayışlı olmak lazım.” Trabzon Türsab temsilcisi yayına çıktı, ona nataşaları sordum. Vali bey eğer işlerinin çokluğundan dışarı çıkamıyorsa bir akşam memnuniyetle gezdiririm dedim. Efendim bölgede gayrımüslim nüfusun tasfiyesine 1913’te başlandı demişim. “E nedir bunda yanlış olan? Tarih mi yanlış? 1915 mi olacak? Daha mı önce? Daha mı sonra?” diye üstüne vardım. Ehem, yani, eee…

Ertesi akşam televizyona bunların piri sayılan eski bakanlardan birini çıkardılar. Yarım saat esip üfürmüş, bunlar Taşnak militanıdır, atalarımızın hoşgörüsü, ekmeğimizi yeyip, yabancı ajanı, falan filan. Telefonla bana bağlandılar. Kusura bakmayın bu saçmalıklara ayıracak vaktim yok, şu anda yemek yiyorum dedim, kapattım. Büsbütün kudurmuş, İlker Başbuğ gibi köpürmüş diye anlattılar, seyredenler.

Ne olduysa oldu, linç kampanyası tıss diye sönüverdi. Bayburt gazeteleri taşra hayatının daha rutin tezahürlerine geri döndüler, Bayburt milletvekili olan eski bakanın canlı yayında yediği lafı haber bile yapmadılar. Ertesi haftaya başka bir televizyon çağırmıştı, telefon edip iptal ettiler. Başaran Ulusoy aradı, barış çubuğu içmeye davet etti müthiş bir sevimlilikle. Tehdit mailleri de bıçakla kesilmiş gibi kesildi.

*

Ne sonuç çıkıyor? İki sonuç. Bir, bu işler organizedir. Kampanya tek elden yürütülmese, öyle pat diye kesilmezdi. İki, kampanyayı yönetenler ön planda gözükenlerden daha akıllı tipler. Çünkü benim tavrım ön plandaki aptalları çıldırtmaya yönelikti. Birileri işin çığırından çıkacağını gördü, dizginleri çekti.

Hayatta başıma bunun gibi üç linç kampanyası geldi. Öbür ikisini de anlatacağım. Her birinden çıkardığım dersler var. En önemlisi şu: Bu memlekette öyle güvercin tedirginliğiyle yaşamaya gelmez. Köpek gördün mü değnekle üstüne yürüyeceksin.

______________________

*Sevan Nişanyan, Meraklısı için Karadeniz, Boyut Y. 2000-2006.

1 Nisan 2009 Çarşamba

Müslüman Rafik ve Budist rahip

(Agos 7.03.2008)

Welikada hapishanesi Türkiye’dekilerle kıyaslanmaz, feci bir yer. İlk gün normal tutuklu koğuşlarından birine verdiler. 20 x 50 metrelik beton bir hangar, yatak filan yok, tıklım tıklım insan dolu. Hepsi vıcık vıcık bitli, yarı çıplak kara adamlar. Çoğu hırsız, esrarkeş; Tamil gerillaları ayrı bir grup. Gece çok fazla birbirine değmemeye çalışarak çıplak beton üstüne kıvrılıp yatıyorsun. Gündüz toz toprak bir avlu, gölge yok, hava elli derece. Millet yeşermiş bir su birikintisine girip serinlemeye çalışıyor. Arasıra gardiyanlar belirip birini kan revan içinde kalıncaya kadar dövüyor.

Ertesi gün kendimi katiller koğuşuna aldırmayı başardım. Hapishanede katillerin yeri başkadır. Hırsız-uğursuz takımı gibi olmazlar, ağırbaşlı insanlar. Çoğu hayatlarında bir kere suç işlemiştir, ondan beri o suçu nasıl işlediklerini anlamaya çalışır. Uzun süre içeride oldukları için, kurulu bir düzenleri vardır. Ayrıca katiller koğuşu daha güvenli olur, kan davalarından çekindikleri için it uğursuz takımını pek içeri sokmazlar.

Koğuş başı Rafik, müslümanmış. Nerelisin dedi. Türkiye deyince yüzü parladı, “Are you Muslim?” diye sordu. Kem küm ettim. Arapça bilir misin dedi. Bilirim dedim. Bizim zamanımızdaki kopya kâğıtları gibi incecik rulo yapılmış Kuran ayetleri, yanında Tamilce açıklamaları ile, çıkardı. Oku dedi, okudum. Sarıldı, öptü. Mücevher tüccarıymış. 5 milyon dolarlık mücevherini gümrükte alıkoymuşlar, o da çekip gümrükçüleri vurmuş. Karısıyla kızı kendisini terketmişler. Beş seneden beri ziyaretçisi gelmemiş. Bana yere yaymam için temiz bir hasır, bir de giymem için sarong verdi. Pantolon çıktı, rahatladım. Yatmam için heladan uzak, güzelce bir yer gösterildi. Benden uzak durmaları için koğuşun belalıları uyarıldı. En büyük dileği bir Kuran’mış. Çıkacak olursam bir tane göndermeye söz verdim.

Sri Lanka’nın en ünlü mahkûmları da bu koğuştaymış. Devlet Demiryolları eski genel müdürü ile tanıştık. Hasır komşum safran rengi cübbesi içinde bütün gün gülümseyerek oturan bir budist rahibi idi. Sükûnetini nasıl koruduğunu sordum. Sükûnetini korumanın en büyük erdem olduğunu söyledi. Aklı terkedenin Buda’ya ulaşacağını, ondan sonra hapishanenin insanı rahatsız etmeyeceğini anlattı. Dambulla’daki kutsal bo ağacının altında sabaha kadar oturup ilahi dinlediğimizi anlattım. Gülümsedi.

Demiryolları müdürüyle İngilizce bilen iki mahkûma ohel öğrettim. Bir hafta boyunca durmadan ohel oynadık. Sonra ben tahliye edildim. İstanbul’a döndükten sonra Sahaflar’da cebe giren minyatür Kuran’lardan bir tane buldum, Rafik’e gönderdim.

Welikada hapishanesinde halâ ohel oynanıyor mudur diye merak ederim.

31 Mart 2009 Salı

Kafkacı asteğmen, polis müdürü, Ermeni nalbur

(Agos 14.03.2008)

19 yaşımın yazı. Yunanistan ortalarında para suyunu çekti. Trene kaçak bindim, biletçi geldikçe tuvalete girip saklanıyorum. 5-6 saat öyle gittik, sonunda Serez’le İskeçe arasında bir yerde adam cart diye anahtarı sokup kapıyı açıverdi. Kıbrıs harekâtı yeni olmuş, pasaport da TC: epeyce küfür kâfirden sonra ilk istasyonda trenden atıverdiler, gecenin yarısı.

Jandarmaya gidildi, subay uyandırıldı, gene bir araba laf: “pezevengis” ve “sopa” anlaşılıyor. Pis bir bankoya oturttu, kendi de çenesi kopacakmış gibi esneyerek pasiyans açmaya başladı. Napolyon diye bir pasiyans vardır, ciddi zor. “Bilir misin” dedim. Homurdandı, ama öğretmeme ses çıkarmadı. Yedeksubaymış. Gerçek hayatta Alman edebiyatındaymış, Kafka okumuş. Rilke adı da geçti, ama İngilizcesi öyle kötüydü ki ne demek istedi anlamadım. Bugünkü aklım olsa bir-iki mısra söyleyebilirdim: “Erstaunte euch nicht auf attischen Stelen die Vorsicht menschlicher Geste? War nicht Liebe und Abschied so leicht auf die Schultern gelegt, als wär es aus anderm Stoffe gemacht als bei uns?” Falan filan.

Sabah İskeçe’ye sevkedildim. Demiryolu suçları polisin yetkisindeymiş. Orada ifade verdik. “Param yok, açım” dedim. Müdür beye çıkardılar. İskeçe’nin o zamanlar %80’i Türk; müdür de haliyle mükemmele yakın Türkçe biliyor. Pasaportu evirdi, çevirdi. “Ermeni misin?” dedi. Kafa salladım. “Bak yalan konuşma!” diye üsteledi. “Donumu mu indireyim?” dedim. Güldü. “Seni buradaki Ermenilere götüreyim, onların parası vardır” dedi.

Müdürle omuz omuza, sohbet ederek, İskeçe çarşısına çıktık. Şimdi ne olmuştur bilmem, o yıllarda tam bir Anadolu kasabası: külüstür dükkânlar, esnaf lokantası, cami. Garo Moralyan, nalburmuş. Dükkânın içi tıklım tıkış, zahire çuvalları, zirai ilaçlar, urganlar, nalbant çivileri. Beni kaybolmuş oğul gibi karşıladı. Besili danayı kestirmedi gerçi, ama güzel bir kahvaltı sofrası kurdurdu: peynir, bal, yandaki fırından anasonlu kurabiye. İskeçe’de topu topu on aileymişler. Kızlarını evlendirecek kimse yokmuş. Çıkarıp yirmi dolar verdi. Bir de Gümülcine’deki yebiskobosa vermek üzere bir not yazdı. Uğurladı.

Biraz otobüs, biraz otostop, aynı gün İstanbul’a varmayı becerdim. Garo amcaya parayı iade ettim, iki-üç kez kartpostal da yazdım. Sonra üşendim, öyle kaldı.

30 Mart 2009 Pazartesi

Sekiz kocalı zenci mama

(Agos 18.04.2008)

Kolombiya’nın Pasifik tarafı baştan aşağı balta girmemiş ormandır. Kasabalarda en kara cinsinden zenciler yaşar. 48 saatlik korkunç bir otobüs yolculuğuyla Quibdò’ya, oradan da bir günlük kamyon yolculuğuyla, yolun sonu olan Istmina’ya ulaşılır. Şehirden dönen zencilerin hepsi otobüste dev boyutlu nikel-krom müzik setleri taşır ve yol boyunca aralıksız olarak yüksek sesle salsa dinlerler.

Istmina’ya hava kararırken vardık. Ana cadde bir-birbuçuk km uzunluğunda, dar, iki yanında rengârenk boyalı, derme çatma, iki katlı ahşap evler sıralı. Yemek saati gelince herkes masasını, sandalyesini, kanapesini, koltuğunu, televizyonunu sokağa taşıdı. Yatalak dedeler, emekleyen bebeler dışarı çıkarıldı. Müzik setleri açıldı. Birinin kafeste papağanı da vardı yanlış hatırlamıyorsam. Hep beraber yemek yendi.

Sabah farkettik, caddenin paraleli, 6-7 metre aşağıda, nehirmiş. Evlerin nehre bakan tarafı büsbütün derme çatma, çoğu tiyatro kulisi gibi açık. İnsanlar, ancak zencilerin olabileceği kadar güzel. Çoğu yarı çıplak. Ailecek suyun içinde, yıkanıyorlar, şakalaşıyorlar, başka şeyler yapıyorlar.

Kaldığımız pansiyonun sahibi kocaman bir zenci mama idi. Sekiz kocadan dokuz çocuğu varmış. Kocaların iki ya da üç tanesi etraftaydı. Biri beyazdı, ipe ve kazığa yabancı değil gibi bir hali vardı. Senin burada ne işin var dedik. Ciddileşti. “Bak delikanlı,” dedi, “Kolombiya’da sağ kalmak istiyorsan böyle sorular sormamayı öğren.” Pardon dedik.

Ertesi gün polis geldi, komiserim bizi görmek istiyormuş. Uzun uzun çantalarımızı karıştırdılar, yasak yayın aradılar. Bir şey çıkmayınca dost olundu. Bol katkılı sigaralar sarıp ikram ettiler. Bunlar neyle geçinir dedik. Ağaçlar meyva dolu, niye çalışsınlar ki dediler.

Mamanın, biri sekiz biri on-oniki yaşlarında iki kızının resmini çektim. Baktıkça doyulamayan cinsten, insanın aklını başından alan bir güzellikleri vardı. Galiba hayatta çektiğim en güzel fotoğraf oldu. O sıralarda Soli’nin zenci bir sevgilisi vardı. New York’a döndüğümüzde çok beğendi, istedi. Kıramadım, ona verdim.

29 Mart 2009 Pazar

Siyon Dağının bekçisi

(Agos 04.04.2008)

Kudüs’ün Ermeni mahallesi içiçe avlulardan oluşan bir müstahkem yerleşim: tüm Kudüs’ün en Ortaçağ kokan yeri. Bir yerden sonra “Girilmez” diye tabela yazmışlar. Biz tabii burnumuzu sokmadan duramayız, etrafta da kimse yok, devam ettik. Tipik eski Akdeniz köyü manzaraları: güneşli bir meydancık, bir yanda bin yıllık bir incir ağacı, taş duvarlar. Yandaki okul binasından koro halinde çocuk sesleri geliyor.

Meydanın kenarındaki cüce evinden yaşlı bir kadın çıktı, elinde bulaşık köpüğü. “Buyurun ne aradınız?” diye sordu, kusursuz bir İstanbul Ermenicesiyle. Gak guk dedim. “Neden geldin?” diye üsteledi, “Nerede olduğunu biliyor musun?” Bilemedim. Burası dünyanın en kutsal yeriymiş. Siyon dağının tam tepesindeymişiz. Tavit mezmurları burada okumuş. Efendimiz tutuklandıktan sonra burada, Kayafas’ın sarayında sabaha dek işkence görmüş, şuradaki incir ağacına zincirlenmiş, sabahleyin Pilatus’un makamına sevkedilmiş. “Demek ki geldin ve haberin yok” dedi, acıyarak.

“İnanır mısın?” dedi. Sorguya çekilmek inat damarımı kabartır, “yok” dedim. Acıması arttı, daha kişiselleşti. “Bunca yüzyılın acıları boşa mı çekildi?” dedi. Bütün dünya kâfir de olsa inancı korumanın bizim görevimiz olduğunu, bunun için seçildiğimizi, bunun için sınandığımızı ve acı çektiğimizi anlattı. Müjde’yi sordu, Türktür dedim. Biraz daha kahroldu. “Ona Hıristiyanlığı öğretiyor musun?” Gene cık. Azametle, ve artık konuşmama izin vermeden, beni ayıpladı. Sonra biraz yumuşadı. Zannettiğim kadar cahil değilmişim, çünkü kalbimde bir şey olmasa burayı arayıp bulmazmışım. Çağrıldığımın farkında değilmişim.

Kahve içmeye cüce evine davet etti. Cezvede üç tane alaturka kahve yaptı. Kocası yatalak, dilsiz, çiş kokulu, yatıyordu. Kahire’de büyümüş. Evlendikten sonra Buenos Aires’te yaşamış. Bir ara Milano’daymış. Zenginmişler. “Buraya nasıl geldin?” dedim. Cevap vermeye gerek duymadı. Ayrılırken Müjde’yi öptü. Beni, yaramaz bir öğrencisini azarlar gibi uğurladı.

Sonradan kitaplara baktım. Hakikaten Siyon Tepesi Ermeni mahallesi içindeymiş. Kudüs’ün ilk yerleşimini Kıral Davut buraya kurmuş.

28 Mart 2009 Cumartesi

Mafyacı Torkom, Yezidi adam, müstakbel kayınvalidem

(Agos 28.02.2008)

Yerevan-Tiflis uçağı sabah 4’te kalkacak dediler. Gittik köpekler gibi bekledik. 10 oldu, 11 oldu, sonunda “petrol yok, uçak kalkmayacak” dendi. Lanet olsun!

İsyan çıkartmaya çalışanlar arasında Torkom öne çıktı. Tipik post-Sovyetik mafya babası: ince çizgili takım elbise, cepte silah kabartısı, Erzurum tipi kara bıyık, altın diş, altın yüzük. Parmakları kıllı ve Besler sucuğu kalınlığındaydı diye hatırlıyorum. Kavga etmenin faydası yok, gel taksi tutalım dedim. Aklı yattı. 40 dolarmış. Yarı yarıya bölüştük. Fare kılıklı bir adamcağızla çok konuşan anaç bir teyzeyi de hayrına arabaya aldık.

Yolculuk, unuttum, 8-10 saat, yol delik deşik, araba rahatsız. Depremin üzerinden bir yıl geçtiği halde tahribat manzaraları korkunç. Fare kılıklı adam, ortaya çıktı ki Yezidiymiş. Torkom kükredi, adamcağızın ne hainliği kaldı ne ikiyüzlülüğü. Müdahale etmek zorunda kaldım, yoksa arabadan atıyorduk. Yezidi okullarında şimdi Ermenice zorunlu olmuş, ama eskiden yokmuş. O yüzden Ermenicesi kıtmış. Goris-Kafan çatışmalarında Yezidilerin başı Ermeni milislerine bir kamyonet dolusu maşin hediye etmiş, bila ücret, adam döne döne onu anlattı.

Anaç teyze bu arada beni gözüne kestirdi. Çok akıllı bir kızı varmış. Buradaki insanlar kabaymış, onları beğenmezmiş, anne ben ancak Istanbullu biriyle evlenirim dermiş. Okumuş ve efendi tipleri severmiş. Çok da güzel yemek yaparmış. Tiflis’te mutlaka onlara yemeğe gitmeliymişim. Hem oteller bu devirde tekin değilmiş, onlara gitsem kanapede yatabilirmişim, çok rahatmış, vır, vır, vır… Tiflis’e doğru ablukanın dozu arttı. Artan bir cüretkârlıkla rotam planlandı, muhtemel kaçış yollarım kesildi. Perşembe olmaz hayır mutlaka Çarşamba gelmeliymişim, Perşembe de gezmeye gidermişiz. Torkom milli meselelerden sıkıldı, karı kız muhabbeti açtı. Fare kılıklı adam Goris-Kafan çatışmalarına giden kamyonet dolusu maşini bir kez daha anlattı.

Tiflis’te günlerce müstakbel kayınvalideme yakalanma korkusuyla dolaştım. Adı galiba Araksi’ydi ya da Hayganuş, unutmuşum. Sonradan düşündüm, o yemek davetini kabul etmeli miydim diye.

27 Mart 2009 Cuma

Kaliforniya Yüksek Mahkeme Reisi

(Agos 06.06.2008)

Geçen senenin Mayıs’ı olmalı. Asaf Savaş gelmiş, bizim otelin lokantasında başbaşa yemek yiyoruz, bir yandan harıl harıl siyaset konuşuyoruz. Yan masadan bir Amerikalı kalktı, geldi. “Hararetli bir konuya benziyor, ben de katılabilir miyim?” dedi. Efendiden bir zat, belli. Buyurun dedik.

İlk kez Türkiye’ye gelmiş. Ama gelmeden bir sürü kitap okumuş, haberleri izlemiş. En çok Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı ilgisini çekmiş. “Belli ki siyasi bir zorunluk yüzünden hukuku esnetmek zorunda kaldılar,” dedi. Erdoğan hükümeti hakkında olumlu yazılar okumuş, liberal İslami parti fikrini prensipte ilginç buluyormuş. Ama kabul edemeyeceği şey tesettür imiş. Kendisi Yahudiymiş ama dindar değilmiş. Spinoza’ya hayranmış. “Ahlakın temeli özgürlüktür” dedi, acaba anlar mıyız diye çekinerek. “Tesettürle özgürlüğü nasıl bağdaştırabilirsin?

Asaf sosyolojik argümanla girdi. Eskiden kamusal alandan dışlanan muhafazakâr aile kızlarının, türban sayesinde modern hayata adım atma imkânı bulduklarını, bunun bir tür korunma mekanizması olduğunu anlattı, Nilüfer’in kitaplarına da değinerek. Amerikalı duraladı. İşin bu yönünü hiç düşünmemiş.

Ben özgürlük konusunu deştim, maksat muhabbet olsun. “Türban mı özgürlüğü daha çok kısıtlar, bikini mi?” sorusunu ortaya attım. İlk isyanlar geçtikten sonra, kadının cinselliğini ilgi odağı yapan bir giysinin ne anlamda özgürleştirici olduğunu konuşmaya başladık. Spinoza ne derdi acaba? Bikini ile türban arasında seçim yapmaya zorlansa hangisini seçerdi? Biraz daha debelendi, sonra hak verdi. Tuş. Sonra 17. yüzyılın Holanda kadın giyimlerinden, Vermeer ve Rembrandt’ın resimlerinden sohbet açıldı. Evet, bütün kadınlar başörtülüymüş. Madem burada erkek erkeğeyiz hadi itiraf edelim dedik, kadehleri bikiniye kaldırdık.

Hukukçu olduğunu baştan söylemişti. Tam ne iş yaparsın dedik. Yargıçmış. Çıkardı kartını verdi: Kaliforniya Eyalet Yüksek Mahkemesi Başkanı filanca. Bizdeki Yargıtayla Anayasa Mahkemesinin toplamı gibi bir şey.

Ertesi sabah kahvaltıda karısını gördüm. “Kocama ne yaptınız, sabahın ikisinde geldi bana bir saat başörtüsü anlattı,” dedi gülerek.

Daha sonra Kaliforniya yüksek yargı çevrelerinden iki-üç konuğumuz daha oldu. Hepsini bizimki göndermiş, anlata anlata bitirememiş.

26 Mart 2009 Perşembe

Taksici Turan

(Agos 02.05.2008)

Bizim kasabadaki Ülkü Ocakları’nın bıçkın delikanlılarından biriymiş. Karısını dövmüş, yahut bıçaklamış, tam bilmiyorum. Hapishaneye geldiğinde, tavsiye üzerine, Susurlukçuların özel koğuşuna alındı. Sanırım hayatında o güne dek ulaştığı en yüksek mertebe, en büyük onurdu. Gelmeden tenbih etmişler, içeride o Ermeni var, ona da gerekirse haddini bildir diye. Kasılarak geldi, bunu da söyledi. Ama o ne? Susurlukçu abilerin o Ermeniyle aralarından su sızmıyor, her akşam beraber sofra kuruluyor, memleket meseleleri tartışılıyor! Afalladı, durgunlaştı. Susurlukçular çekip nasihat ettiler. Sevan Abi kültürlü adamdır, git konuş, istifade et dediler.

Ertesi gün bahçede yanıma aldım, bir süre sohbet ettim. Karısıyla sorunlarını analiz ettik. Taksiciymiş. Taksiciliğin etik kodunun zaafa uğradığından şikâyetçiydi. İnsanı insan yapan racondu. Racon bozulduktan sonra hayatın anlamı yoktu. Hak verdim. Sokrates de hak verirdi diye düşündüm.

Akşama baktım, bir karatahta bulmuş, isim listesi yazmış, başa beni koymuş. “Sen harbi taksiciymişsin abi” dedi. “Bilmeden sana haksızlık etmişim, o yüzden ilk sırayı sana yazdım.” Bir-birbuçuk ay boyunca o listeyi her gün yazdı, bozdu, gene yazdı. Her rastlaştığımızda korna sesi yaparak selam verdi.

Tahliyesinden önce Susurlukçularla beraber oturduk, konuştuk, akıl verdik. Karısını alıp bir gece bizim otelin balayı odasında kalmasını tenbihledim. Müjde sonradan çok söylendi ama bence doğru olan buydu. İçki içmiş, öbür müşterilerden yan gözle bakanlar olmuş.

Halâ iki-üç ayda bir uğrar, bir “ihtiyacım” olup olmadığını sorar. 19 Ocak 2007’den bir-iki gün sonra telefon etti, baş sağlığı diledi. Karısı ısrar etmiş, aramazsan ayıp olur demiş.

Geçen sene İsmail Türüt meselesi çıktığında da Taksici Turan’ı (ve ayrıca Laz Osman’ı ve saireyi) andım. Yasaklamak, asmak, kesmek yöntem midir diye ortaya soru attım. Pek duyan olmadı, galiba.

25 Mart 2009 Çarşamba

Yüzbaşı Pepo

(Agos 19.09.2008)

Bıyıklar eşkıya usulü, pala. Traş beş günlük. Kamuflaj, gerçek muharebe görmüş askerlere has pejmürdelikte. Yüzbaşıymış. İleriki köye kadar alabilir misiniz dediler. Askerlerde bir dostluk, bir sevimlilik! Bir sigaret yetmez aghpar can, al yarım paket al.

Halbuki bu yola girerken içimiz pır pırdı. Yukarı Karabağ’ın kuzeyinden esas Ermenistan’a bağlanan yol, meşhur Kelbecer Koridoru: Haritada var görünüyor ama kime sorduysak kafa salladı, gelen giden hiç duyulmamış, hem askeri bölge olabilir, belki izin gerekir. Oğlumla ikimiziz. Olmazsa döneriz dedik, girdik. Karadeniz’in en vahşi vadilerine taş çıkartan bir vadi yolu çıktı. İki taraf 3000 küsur metrelik dağlar, orman azmış, bir yanda deli gibi akan bir dere, şelaleler. Yol toprak, belli ki Brejnev zamanından beri tamir görmemiş. 70 kilometre boyunca hepsi üç dört köy var. Azeri köyleriymiş, boşaltılmışlar, evler tahrip edilmiş. Savaş biteli onbeş yıl olduğu halde üç beş kilometrede bir paslanmış, ciğeri sökülmüş tank leşleri yatıyor.

Yüzbaşının köyü Knaraşen’miş. Israr kıyamet, mutlaka evde bir çay kahve içeceğiz, gece de kalırsınız, yemek yeriz... Hava kararıyor, ileride 2600 metrelik zorlu bir dağ geçidi var. “Peki madem” dedik. Knaraşen köyü ormanın bir açıklığında, bir örnek 12 tane taş barakadan ibaret bir yer. İki sene önce Amerikalı zengin bir Ermeni yaptırıp hibe etmiş. Knar eşiymiş, rahmetli. Evin baş köşesinde, Atatürk yerine Knar Hanımın yağlıboya portresi asılı.

Bu hariç, tipik Anadolu eviçi. Ucuz makine halıları, divanlar, muşamba örtülü bodur yemek masası, askerlik resimleri, dantel örtülü televizyon. Eşi, Anahit, fır fır dönmeye başladı: çay kahve, peşinden şekerleme, peşinden mezelerle votka, peşinden ana yemek: geyik eti, Pepo kendi vurmuş. Resim albümleri çıktı: göğsüne kadar kara sakallı Pepo, fedai kıyafetinde. “Kurtuluş savaşına” katılmış, iki sene dağlarda gezmiş, 93’te Kelbecer yolunu göğüs göğüse çatışarak almışlar.

Üç çocukları varmış. Biri çatışmada ölmüş. On yaşındaymış, “baba ben de geleceğim” demiş, daha ilk gün vurulmuş.

Arsen Ermenice bilmez, bir yandan biz Türkçe konuşuyoruz. Pepo Türkçe zannettiği üç kelime Azerice’sini kanıtlamak için yırtınıyor: “uşah çoh yahşı”. Anahit çocuğa neden anadilini öğretmedim diye sitem edecek oluyor, Pepo gürleyip susturuyor: hayat böyle getirmiş, kadın, neden laf edersin! Çocuk sıkılmasın diye televizyonda uzun uzun aranıp TRT’nin uydu yayını bulunuyor: Ramazan sohbeti, İslamın faziletleri, mır mır mır. Abdullah Gül’ün gelişine pek sevinmişler. Barış olsa herkes için iyi olmaz mı canım? Sonunda Azeri kanalında canhıraş bir türkücü bulundu. Azeri şarkıcıları iyi oluyor, bunda herkes mutabık kaldı.

Barış olsa buraları Azerbaycan’a geri verilir belki dedim. İşte o imkânsızmış. Özbeöz Ermeni toprağı, kaç şehit verildi, olur mu öyle şey?

Gece kendi yataklarını bize verdiler, kendileri kanapede yattılar. Sabah ayrılırken bir elektronik flaşlı çakmak, sonra bir resim albümü, bir kavanoz bal, bir torba da elma hediye edildi. “Bizi sakın unutmayın” diye sıkı sıkı tembih ettiler.

Google Earth’ta Knaraşen görülüyor, 40 13 32 kuzey, 46 08 23 doğu. Pepo’nun evi sekizinciydi galiba.

RESİMALTI: Soldan: Anahit, Pepo, Arsen, komşunun kızı Liana, 9 Eylül 2008.

24 Mart 2009 Salı

Plajda uyku tulumuyla yatan kız

(Agos 25.04.2008)

Yorgo ile Mikonos’ta buluşmayı kararlaştırdık. O Atina’dan gelecek, ben İzmir’den. Birkaç gün adaları gezeceğiz. Tabii buluşamadık, tipik Yorgo. O zamanlar daha cep telefonu yok. Ağustos günü Mikonos limanında sap gibi kalıverdim.

Ortalık anababa günü. Otellerde yer yok, olsa da bende para yok. Baktım gençler iskelenin kenarındaki ufak plaja uyku tulumlarını sermiş. Ben de bir yerden bir yaygı ile pike tedarik ettim, kendime bir yer açtım. Ne olsa 25-26 yaşındayız. Bir şişe de şarap açtım.

Sabahın ikisinde uyandım ki, soğuktan, rutubetten ölmek üzereyim. Köpekler gibi titriyorum. Zifiri karanlıkta beynimi toplamaya çalışırken baktım, kol mesafesinde yatan biri daha var, gözlerini açmış bana bakıyor. “Çok üşüyorum” dedim. Sıkkın, biraz baktı. “Peki gel” dedi. Allahtan dişiymiş! Uyku tulumunun içine sığıştık. Pek İngilizce bilmiyordu. Biraz öpüştük, ama o da yorgundu, uyku galip geldi.

Sabah kahvaltı ısmarlayayım dedim. Çok erken olduğundan daha turistik yerler açılmamıştı: işçi kafeteryasında Yunanlıların kötü kahvesiyle yetindik. Şeker bir kızdı. Yüzü de güzeldi. Katalan’mış, Valencia’lı. Ailesiyle bozuşmuş, tek başına yollara düşmüş. Birkaç gün adalarda dolandıktan sonra Türkiye’ye geçecekmiş. “Kimbilir belki bir şey bulur yerleşirim” dedi. Belli ki elinden tutacak birini arıyordu. Yanağını okşadım, o aklımda kalmış. Atina vapuruna yetişmem gerekiyordu, orada bir sürü yapacak iş var, sonra da New York’a geçmem lazım, tez bekler, sınav bekler. Vedalaştık. Adını bile hatırlamıyorum.

Sonradan işin ahlaki yönünü düşündüm. Hangisi ahlaksızdır, soğuktan üşüyen birine sırtını dönmek mi, tanımadığı adamı yatağına almak mı? O zaman kafamda en ufak şüphe yoktu; şimdi de yok.

Bugün olsa elini tutmaya cesaret eder miydim? Onu bilmem, pek zannetmem. Zor.

23 Mart 2009 Pazartesi

Brother Philip

(Agos 23.05.2008)

Kudüs çarşısında dolaşırken gözüme ilişti. Soluk bir kartpostal, belli ki uzun süre beklemiş. Aziz Sava Manastırı imiş. “Bunu görmeliyiz,” dedim. “Gitmek zordur” dediler. Filistin tarafında, çölün gidilmez bir yerindeymiş. Sınırda arabamızı bırakıp Filistin plakalı taksiye geçmek gerekti. Taksici ısrarla vazgeçirmeye çalıştı, öyle bir yer yokmuş, varsa da gidilmezmiş, Betlehem’deki kilise daha güzelmiş vs. vs.

Çölde 15-20 km gittikten sonra dar bir vadiden aşağı inildi. Kedron Vadisi imiş, Kudüs’ten geliyor. Kutsal su. Manastırı 6. Yüzyılda Kayseri’den gelen Aziz Sava yapmış, Ortaçağ sonuna kadar bölük pörçük büyümüş, hepsi 10-15 bina. Nefes kesici bir bütünselliği var. Vadinin içinde, etrafı surla çevrili ve tamamen ıssız. Yanına kadar gelmeden görülmüyor. Kapıları vurduk, ses veren yok. Oysa içeride insan olduğu belli. Suyun karşı yakasına geçip bir ceviz ağacı altında piknik yaptık.

Ümidi kesip gitmek üzereyken birileri geldi, kapı açıldı. Ben girdim ama kadın giremezmiş, Müjde ile Mutlu dışarıda kaldılar. Pek misafir sever bir halleri yok. Brother Philip seni gezdirsin dediler. İngilizceyi Amerikan aksanıyla konuşan gençten bir rahip: uzun sakal, örgülü uzun saç, cübbesinin üstüne el örgüsü hırka giymiş. Kimsin, nesin diye sordum. Amerikalıymış, Rum veya Ortodoks da değilmiş, New Jersey’de otururmuş. Bir gün manastırın fotoğrafını görmüş ve “oraya gitmeliyim” diye düşünmüş. Bir hafta bile beklemeden, tek yön uçak biletini alıp buraya gelmiş. Kapıda iki gün bekletmişler. Sonra bir yıl deneme süresi vermişler. Bir yılın sonunda takdis edilmiş. Dört-beş senedir buradaymış. Yılda bir kez vizesini yenilemek için Kudüs’e gitmesi gerekiyormuş. Başkaca dışarıya çıkmamış.

Vaktini nasıl geçirirsin diye sordum. Günde unuttum kaç kez ibadet varmış, ayrıca ortalığı temizlermiş. Muhammed zamanında İslamın neden o kadar kolay ve hızlı yayıldığını anlamaya çalışıyormuş. Derhal derin sulara girildi. Kilisenin toplumdaki konumundan doğan bir sıkıntı olduğunu anlattım. Konstantinopl’a karşı şarkta doğan tepkiden söz ettim. Hak verdi. Kendisi olayı daha çok günah ve ceza boyutunda ele alma eğilimindeydi. Benim verdiğim sosyolojik açıklamaları bu dile çevirince sanki daha rahat anlayabiliyordu. Hayır, Runciman’ı okumamış. Gönderirsem çok memnun olacağını söyledi.

Çıktığımda hava kararmak üzereydi. Kızlardan epeyce sitem işittim. Tehlikeli görünümlü birkaç Filistinli genç, gün batımında çıkan çakallar gibi, etrafta dolaşmışlar.

Eve döndükten sonra Runciman’ın The Great Church in Captivity’sini bulup gönderdim. Eline geçmiş midir bilmem.

18 Mart 2009 Çarşamba

Allahın ipi

(Agos 18.07.2008)
Aksum civarında haline acıdım, arabaya aldım. 12-13 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Sırtında beyaz gabbi, başında papaz adaylarına özgü beyaz külah, elinde asa, belinde masallardaki gibi keçi derisinden cüz kesesi, İncil herhalde. Tek kelime dil bilmiyordu, mimiklerle de anlaşamadık. Halinde garip bir tedirginlik: utangaçlık desen sırf o değil, sanki aklı başka yerde.

Debre Damo`ya gidiyormuş, ama yolu hakkında pek bir fikri yoktu. Orayı ben de görmek istiyordum. Peki seni götüreyim dedim. Toz toprak köy yollarında sora sora iki saat gittik. Onbin yıllık Afrika manzaraları: davar güden yalınayak çocuklar, saz damlı taş devri köyleri.

Yerden tıpa gibi çıkmış dik bir kayanın dibine vardık. Amerikan westernlerinde olur hani: Dört yanı 20-30 metre yükseklikte düz duvar, tepesi yassı, bilemedin 500 metre eninde bir mesa. Habeşlere Hıristiyanlığı getiren Süryani azizlerinden Abuna Aregawi 6. yüzyılda Damo manastırını bu kayanın tepesine kurmuş. Kanatlı bir yılan kendisini yukarıya taşımış. Asansörsüz başka türlü mümkün değil zaten.
Köylüler yetişti. Bağırış çağırış seslendik, yukardan ipi saldılar. İp dediğim, ucuca eklenmiş sığır derilerinden yılan gibi bir şey. Bizimki bana şöyle bir gülümsedi, ipe tutunup hoplaya zıplaya çıktı, kayanın kovuğunda kayboldu. Şaka değil, 10-12 katlı apartman yüksekliği.

Benim belime sarıp düğüm attılar. İkinci bir ip daha sarkıtıldı, tutunup dengemi bulmam için. Çekmeye başladılar. Daha ikinci metrede içime inanılmaz bir korku girdi, burada öleceğim diye. Yalvar yakar seslendim, indirdiler. Herkes çok güldü.

Köylüler anlattı. Yukarıda 150 keşiş varmış. Bütün günleri dua ve oruçla geçermiş. Arasıra çarşıya indikleri olurmuş ama çoğu hayat boyu orada kalırmış. Pek aziz olanları kayanın dik yamacına oyulu tek kişilik hücrelerde bazen yıllarca kalıp kendini ibadete verirmiş. Ekmekle suyu yukarıdan iple sarkıtılırmış.

Bizim oğlan de keşişlerin elini öpmeye gelmiş. Kalır herhalde, bir daha inmez dediler.

NOT: Bu hadise iki gün önce oldu. Yazıyı Etiyopya taşrasında berbat bir internetçi dükkânından zor bela göndermeye çalıştım. Gitmiştir inşallah.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Domuz Semra

Polonezköy’de gördük, dayanamadık aldık. Eve getirdiğimizde kedi kadardı ve soğuktan titriyordu. Biberonla besledik. Sekiz ayda yüz kiloyu buldu, pembe ciltli görkemli bir yaratık oldu. Sene 1988 olduğundan adını haliyle Semra koyduk.

Önyargılarınızı unutun: temiz bir hayvan. İkinci gün gitti bahçenin en uzak köşesine pisledi, bir daha da oradan şaşmadı. En büyük eğlencesi çeşmenin yalağında çamur banyosu yapmaktı. Hortumla üstüne su sıkınca isterik kızlar gibi haykırır, zevkten sıçrayıp tepinirdi.

Bebek’te bir gurme

Damak zevki şaşılacak kadar insana benziyordu. Sulu yemeklere, özellikle İzmir köftesi ile patlıcan musakkaya bayılırdı. Şeftalinin önce olgununu yer, sonra yüzünü buruşturarak kalan hamlara tenezzül ederdi. Çikolataya, gofrete, baklavaya, haşlanmış mısıra, balıklardan lüfere, ezo gelin çorbasına hayrandı. Ot asla yemedi, ama marula diyeceği yoktu. Baktık başa çıkamayacağız, Bebek’teki bellibaşlı sosyetik restoranlarla anlaşıp döküntülerini almaya başladık. En çok Çin yemeklerini ve tiramisuyu beğendi. Doymak bilmez bir iştahı vardı. Sonlara doğru bir oturuşta on kiloluk bir kazan mercimek çorbasına doğranmış beş ekmek yediğini, sonra bir saat uyuyup gene aç kalktığını bilirim.

Beş şişe bira içip bana mısın demedi, ama bir şişe şaraptan sonra ayakları dolanıp sırtüstü devrildikten sonra felsefi bir tavırla iç geçirmesi unutulacak sahnelerden değildi. Buna karşılık rakıyı sevmedi, kahveye de burun kıvırdı.

İflah olmaz bir sevgi arsızı idi. Başını okşayınca sırtüstü yatar, teker teker bacaklarını kaldırıp altının gıdıklanmasını talep eder, yapmayınca sinirlenip söylenirdi. Sabah yanına uğramadan evden çıkıp gitsek akşam mutlaka küslük yapar, sırtını dönüp homurdanırdı: işin yoksa yalvar, okşa, gıdıkla, dut ikram et, hanımefendinin keyfi gelsin.

Acı son

Altı aylıktan sonra huyu değişmeye başladı, bunalıma girdi. Gece sabahlara kadar bahçede dolanıp ağladığı günler oldu. Anladık ki yalnızlık çekiyor. Bulalım bir kocacık dedik, ama doğrusu göze alamadık. Bunların cinsel taklavatları da inanılmaz bir şekilde insana benziyor. Acaba çeşitli dinlerde görülen domuz tabusunun nedeni bu olabilir mi diye düşünmedik değil. Etleri de insan etine çok benzermiş, yiyenler öyle diyor.

Sonunda bir gece kaçmış. Gitmiş Etiler yokuşunun tam orta yerinde durmuş. Trafik tabii kilitlenmiş, arabadan inip fotoğraf çekenler, tutup götürmeye çalışanlar, tekbir getirenler olmuş. Komşumuz olan bir Rizeli amca vardı, o kurtarmış. Gittik konuştuk. Ben hayvanları severim, bana verin dedi. E canımıza minnet, verdik gitti. Elli kiloluk mısır çuvalını da üstüne hediye ettik.

Bir hafta sonra adamın kızı geldi, domuzunuzu geri alın dedi. Amca kalp krizi geçirip ölmüş.

Ben o gün bir seyahat için Avrupa’ya gidiyorum, tesadüf. Gabriele zaten hayvandan illallah demiş, Semra’cıkla beraber beni kapıdışarı etmesi an meselesi. Kader utansın dedik, jamboncu Çerkezo’yu aradık. Yarım saat sonra kamyonetle geldiler, götürdüler, o günün parasıyla iyi bir para da ödediler.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Oral Otel

(Agos 07.11.2008)

Memlekete yaptığımız değerli hizmetlerden biri de Oral Otel hadisesinden sonra Turizm Bakanlığı belgeli otellerde evlilik cüzdanı uygulamasına son verilmesi olmuştur. Şapka devrimi kadar olmasa da, medeniyete bir katkı sayılır.

O dönemde Gabriele ile beraberim. Yolumuz Erzurum’a düştü, hem Turizm Bakanlığı’nın misafiriyiz, Alman televizyonuna Türkiye’yi tanıtan bir film yapıyoruz, rezervasyonu da bakanlıktan yapmışlar. Resepsiyonda yine cüzdan sordular. Allah kahretsin dedik, iki oda verin. Yorgunluktan ölmüşüz, yatıp uyumaktan başka bir düşündüğümüz yok, ama kulağımızdan da pis pis fısıltılar kaçmadı: “Ermeni”, “fuhuş”, daha ağır sözler.

Sabahın dördünde telefon çaldı, “beyefendi aşağıya iner misiniz?” Öbür odayı aramışlar, boş olduğunu tesbit etmişler, suçumuz sabit. Giyinip indim, uçkur saplantısı ile ahlak arasındaki ilişkiyi irdeleyen felsefi sözler söyledim biraz sert bir sesle. Beş kişi girişip bir güzel hırpaladılar, gözlük filan kırıldı.

Gabriele Alman, böyle şeylere alışık değil. Derhal Alman büyükelçiliği alarma geçirildi. Günlerden Kurban Bayramının ilk günü olduğu halde Türk Dışişlerinin Basın Yayın Genel Müdürü apar topar bakanlığa çağrıldı. Time dergisinin muhabiri sabah ilk uçakla atlayıp Erzurum’a geldi. Gelen polislere “şikâyetçiyiz” dedik. Oral’cılar büsbütün şaşkın: hem suçluyuz, “fuhuş” yapmışız, mevzuyu kapatalım da basına çıkmasın diye yalvaracağımıza üstelik şikâyetçi oluyoruz! “Biz de şikâyetçiyiz” dediler.

Hastaneye gittik. Alkol testi yapıldı, temiz çıktım. Hanımefendiyi de alacağız dediler. Neymiş? Bekâret kontrolü yapılacakmış. Fuhuş soruşturmasında zorunluymuş, kaçarı yokmuş, gerekirse zorla yaparlarmış. Peki dedik, çaresiz. Bakire çıkmadı, ama fuhuş yapmadığımız da imzalı mühürlü hastane raporuyla tescil edildi.

O yıllar Nokta dergisinin parlak devri. İki gün sonra bizim olay çarşaf kadar Nokta’da çıktı. Bayram ertesi Turizm Bakanı Sn. Mesut Yılmaz’dan, buram buram riya kokan bir özürname geldi. Sonradan duyduk ki, “o Ermeni’nin Türkiye’ye karşı komplosudur” diye yakın çevresine bir hayli söylenmiş. Ama gereğini de yapmış. Oral Otel üç gün kapatma cezası aldı. Bakanlık belgeli tüm tesislere gönderilen bir genelgeyle, turistik otellerde evlenme cüzdanı sorma uygulaması kesin bir dille yasaklandı.

*

Bu olaydan üç dört ay sonra bu sefer Kuşadası’ndayız. Gecenin yarısı bir saatte yıldızlı bir otele girdik. Gece nöbetçisi tıfıl bir oğlan, tutturdu “evlenme cüzdanı” diye. “Delikanlı” dedim, “müdürünü ara sor bakalım bu isimler bir şey ifade ediyor mu?” Adamcağızın gecenin o saatinde yatağından fırlayıp otelin kapısında bitivermesi görülmeye değerdi. Çaylar kahveler yanardönerli meyve tabakları ısmarlandı, Oral Otel kahramanlarının gönlü alındı.

Bu anlattığım Küçük Oteller Kitabından da, bizim otelciliğe soyunmamızdan da, nereden baksan on oniki sene önce. Eski hikâye.

6 Şubat 2009 Cuma

Nasıl Sözlükçü Oldum

Askeri cezaevinde vakit nasıl geçer? 1986’da Ali Nesin’le beraber vakit öldürmek için Türkçedeki Arapça kelimelerin köklere göre dökümünü yapalım dedik. Kitap, kâtip, mektup, mektep. İlim, alim, malum, muallim. Şekil, eşkal, teşkil, teşekkül. Velet, evlat, valide, tevellüt. Birkaç hafta çok eğlendik, ufkumuz gelişti, zihnimiz açıldı. Çıktıktan sonra bunu kitap yapalım dedik, ama tabii kısmet olmadı, öyle kaldı. Zaten Ali’nin niyeti başka, benim sabah akşam kaçış planları yapmamdan feci ürküyor, aklımı başka yere çelmek için yapmayacağı marifet yok.

Sonra 1989’du galiba, bir sohbette Türkçedeki Rumca kelimeler konusu açıldı. Oturdum 200-300 kelimelik bir liste yaptım. Neler yok ki? Fesleğen, hülya, kutu, anahtar, avlu, biber, sınır vs. O liste elden ele dolaştı. Kaynak maynak belirtmeden gazetelere bile çıktı. E dedik, demek ki insanlar bu konulara meraklıymış.

Esas zihnimi ateşleyen olay 94’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken dil devrimi hakkında düşünmek oldu. Adamlar diyor ki Türkçe “halk dili” Öztürkçedir, dolayısıyla dilimizden yabancı kelimeleri atarsak yazı dili halk diline yaklaşır, Memo ile İbo daha güzel anlarlar. Bre kelek, Memo ile İbo da Arapçadır diye başladım. Sonra Türkçe’nin en gündelik katmanına girmiş olan yabancı kökenli kelimelerin listesini çıkarmaya giriştim. Yanlış Cumhuriyet’in işi bitince de bunu bir sözlük haline getirmeye karar verdim.

Siyasetten ilme

Demek ki neymiş? İdeolojik bir hırsla işe girişmişim. Baştaki niyetim de zaten o kadar iddialı bir şey değil, Türkçedeki yabancı asıllı kelimeleri dökmek, o kadar.

1995 yazında başladım, dört-beş sene boş vakit buldukça bununla oyalandım. Yavaş yavaş konu çatallaştı. Arapça kelimeleri dökmek yetmiyor, bunların birçoğu Türkçede aslından ayrı anlamlar kazanmışlar, onları da belirtmek lazım. Yunanca kelimeleri dökmek yetmiyor, bunların bir kısmı direkt Rumcadan alınmış, bir kısmı Arapça üzerinden gelmiş, birçoğu da modern devirde Batı dillerinden aktarılmış. Ayırmak lazım. Sonra Farsça bilmem, mecburen oturup işime yarayacak kadar Farsça öğrenmek zorunda kaldım. Osmanlı yazarlarının bir kötü huyu var, aslını bilmedikleri kelimeleri “Farsçadır” deyip geçmişler. Pergûle de Farsça olmuş, trabzan da, pezevenk de. Onları çözmeye çalıştıkça ister istemez hakiki kaynaklara inmeye, Farsçanın da geçmişini çalışmaya başlıyorsun. Battıkça battım. Kitaplar masanın kenarına dağ gibi yığıldıkça marangozu çağırıp raf yaptırıyorum. Müjde odaya girmekten korkuyor, bunlar bir gün başına devrilirse gömülüp gideceksin, seni bulamayacağız diyor.

İşin bir aşamasında esas Türkçe kelime hazinesini işe katmadıkça çalışmanın eksik kalacağını anladım. Kilit olay sanırım Hasan Eren’in 98’de Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü gibi breh breh bir isimle yayınladığı kolaj çalışmasıydı. Arapça ile Farsçadan habersiz, muhtemelen Fransızca bile bilmeyen, bilmediği şeyi sözlükten bakmaya üşenen bir ideoloji memuru bu işe soyunabiliyorsa ben niye yapmayayım diye düşündüğümü hatırlıyorum.

2000 yazında Ortaasya Türkçesiyle tanıştım. Üç dört ay Divan-ı Lugat-i Türk’le yatıp kalktım, ki muazzam bir sözlüktür, Arap sözlükçülüğünün (yes!) büyük şaheserlerinden biridir. Yeni deryalara açılmış gibi oldum. Etrafımdaki insanların kafasını aylarca bununla şişirdim. Yanmakla yakmanın ilişkisi nedir? Çalmaktan çalışmak nasıl olur? Dolmaktaki le’nin işlevi nedir? Sapan ne demektir, kim nereye sapıyor?

Adaletin faydaları

2001’de gene hapse girince “tamam” dedim, “fırsat bu fırsattır”. Hikmet Sami Türk sağolsun, bilgisayarımı yanıma almama izin verdiler. Üç kitap, beş kitap derken Selçuk Kapalı Cezaevinin idare odasını iyice işgal edip yerleştim. Günde net 14 saat çalışıyorum. Gariban gardiyanlar odaya ürke korka giriyorlar, “hocam rahatsız etmezsek bir yazı yazmamız lazım” diye. Sakal göğsüme inmiş, koca koca Arapça, Osmanlıca kitaplar karıştırıyorum, evliyadır herhalde diye karar verdiler, üstelik de gâvur, iyice kafaları karıştı. Cengiz gardiyan sabahın üçüne kadar dış kapıda nöbet tutuyor, savcı efendi gelip benim o saatte halâ çalıştığımı görmesin diye. Nizamnameye göre akşam saat beşte koğuşa kapatılıp kilitlenmemiz gerekiyor çünkü. Yakalanırsam gardiyanlar yanar.

Hapisteyken en büyük keşif Hintavrupa literatürünü tanımam oldu. Adamlar 180 sene çalışmışlar, bütün Avrupa ve Hint-Fars dillerinin atası olan ölmüş dili sıfırdan inşa etmişler. Dibilim teorisiyle o zaman tanıştım. Joyce sağolsun Boğaziçi kütüphanesinden Clauson’un Ortaasya Türkçesi etimolojisini gönderdi, o da ayrı bir ufuk açtı. Kargacık burgacık büyük boy bin sayfa, roman okur gibi okudum. Koğuştaki dolandırıcı arkadaşla tecavüzcü Aydın’a çalmak ve çarpmak fiillerinin inceliklerini anlatıyorum, ağızları açık dinliyorlar.

(Devamı gelecek hafta)

Nasıl Sözlükçü Oldum - II

(Geçen haftaki yazısında yazarımız işi gücü bırakıp etimoloji sözlüğü yazmaya girişmiş, Selçuk Cezaevindeki gardiyan ve mahkûmları da çalışmalarına ortak etmiştir.)

Susurluk’tan doğan kitap

Hapisteki yedinci ayımda Susurluk mahkûmlarından üçü bize komşu geldi. Mecburen tanıştık, sohbet ilerledi, sosyal bir ortam doğdu. Onlar da merak ettiler, bütün gün yukarıda nefes almadan ne çalışıyorsun diye. Ben anlattıkça merakları artıyor, sordukça soruyorlar. Meslekleri katillik, olabilir, daha ne meslekler var; ama mesai dışında zekice, normal insanlar. Üstelik uç meslekler yapan insanlara özgü bir tür zihin açıklığına da sahipler; Hasan Eren’lerden iyidir gene. Bari şunlara anlattığım dille bir şeyler yazayım dedim. Geceyarısından sonra yazdığım fıkralardan Elifin Öküzü kitabı doğdu. Sözlüğe şimdilik 14 yılda kaba hesap onbeşbin saat mesai harcamışımdır herhalde. Elifin Öküzü dört haftada yazıldı. Sözlüğün iki misli para kazandı.

Para dediğim de, evlere gündelikçi gitsem bunun otuz katını kazanırdım aşağı yukarı. Gene de Allah bereket versin, yayınevinden durduk yerde bir bin lira geldiğinde insan mutlu oluyor, eş dost yemeğe filan gidiliyor.

Cahil cesareti

Hapisten çıkınca sözlüğü basmaya karar verdim. Çünkü basmasam bir daha o çalışma temposunu tutturabileceğim şüpheli. İş var, güç var, çoluk çocuk var, sorumluluk var. Sen unutsan da etraftakiler hatırlatır, boş iş için bu kadar uğraşıyorsun, çalış da bir baltaya sap ol derler.

Şimdi dönüp bakıyorum da, o cesaret ancak cehaletten gelebilirmiş. Bilgi sonsuz bir deniz: aylar yıllar boyu kürek çekiyorsun, baktığında bir arpa boyu yol gitmemişsin. Açıldıkça cehaletini daha iyi anlıyorsun; denizin sonsuzluğunu daha büyük dehşetle kavrıyorsun. Adam Oxford English Dictionary’yi yazmak için 40 sene çalışmış; 75.000 (yazıyla yetmişbeşbin) kişiyle yazışmış. Eh, Cumhuriyet dedikleri 80 küsur yıl oldu, yapsalardı bir şey deyip kendini avutmaktan başka çare yok.

Her başarı bir tuzaktır

Kitap çıktı, malum goygoycular dışında herkes beğendi. Ama ben sadece eksikleri ve yanlışları görüyorum. Kendini bir kere bağlamışsın, artık kaçamazsın da. Mecburen gene yumuldum. Bir seneye yakın Arapçanın geçmişiyle uğraştım; Aramice, İbranice ve eski Asur diliyle cebelleştim. Türkçede üçbinden fazla Arapça kelime var; Arapçanın eski akrabalarını tanımadan bunların çoğunu analiz etmek mümkün değil. Felek Asurice’de çark demekmiş; heykel aslında saray ve tapınak demekken nasıl anlam değiştirmiş; kâfir ile kefaretin alakası nedir, bunlarla uğraştım.

Sonra Moğolcaya sardım. Orada bir süre yanlış yollarda oyalandım. Moğolcada Türkçeye benzer binlerce kelime var. Bunların ortak kökten gelen kuzenler değil, bundan aşağı yukarı ikibin yıl önce o zamanki Türkçeden alınmış sözcükler olduğunu daha yeni anladım. Gene ufuklar açıldı.

Posteki saymak

Türkçenin tarihini bilmeden köken analizine girmek donkişotça bir iş. Bir kelimenin yapısını anlamak için önce o kelime ne zaman çıkmış, hangi anlamda kullanılmış, nasıl evrilmiş, onu bilmek lazım. Bu sefer oturup, delinin posteki sayması misali, her kelimenin Türkçede ilk kaydedildiği tarihi aramaya başladım. Anadolu Türkçesinde yazılmış ilk tasavvuf şiirlerini, Ortaasya Türkçesinde yazılmış Kuran tefsirlerini, Osmanlı tarihçilerini, 18. yüzyıla ait yemek kitaplarını, 19. yüzyılda çıkan gazeteleri, 1950 ve 60’ların Hayat dergisi koleksiyonlarını baştan başa okudum; kelime listeleri çıkardım. Meninski’nin, Asım’ın, Ahmet Vefik Paşa’nın, Şemseddin Sami’nin sözlüklerini neredeyse ezberledim. Sahaflardan Türk Dil Kurumu sözlüğünün 1945’ten bu yana bütün eski baskılarını buluşturup her kelime ilk hangi baskıda çıkmış diye baktım. O çalışma da şu günlerde galiba sonuna yaklaşıyor.

Sözlüğün en zayıf tarafı esas Türkçe kısmıdır, fena halde farkındayım. Sebebi aslında basit. Bir kere çalışmaya ilk başlama mantığı gereği “öz” Türkçeyi uzun süre ihmal ettim. Biraz yama gibi durdu. İkincisi, bizde “Türkolog” diye geçinenleri okudukça adamların ideolojik saplantılarına illet oldum. Bunların her dediği, aksi kanıtlanmadıkça yalandır gibi bir yargıya kapıldım. Sonra sonra farkettim ki Türkoloji bunlardan ibaret değil, dışarıda ciddi eserler ortaya koymuş adamlar var. İçeride de son on-onbeş yılda düzgün işler yapılıyor, Mehmet Ölmez filan. (Talat Tekin’i de unutmamalı.)

Marcel Erdal’ın kitapları bir senedir başucumdaki rafta kötü kötü bana bakıyordu. Sonunda cesaret ettim, okudum, ne kadar cahil olduğuma bir kere daha hayret etme fırsatı buldum. Old Turkic Word Formation, muazzam bir eser, ama “uzman değilsen git öl” diliyle yazılmış. Mecbur, uzman olmasam da okuduğumu anlayacak seviyeye geldim. Dördüncü baskıda Öz Türkçe kelimelerimde de fazla hata bulamayacaklar diye umuyorum.

Proto-Türkçe dedikleri, en eski yazılı dönem öncesi Türkçe kısmı hala eksik. Starostin ve Décsy ekolünün çalışmalarından haberim var, ama bana pek o kadar inandırıcı gelmiyor. Sıra ona da gelir inşallah.

Geçen yazdan beri, malum, sosyal hayattan birazcık elimi çektim. Üniversiteye ara verdim, İstanbul’a gidip gelmeyi asgariye indirdim. Hatun işleri de kesat. Günde 14 saat olmasa da net beş-altı saat sözlüğe çalışabiliyorum. İyi geliyor.

Ne uğraşırsın be adam

İşin yok mu be adam diyenlere cevabım nedir, bilmiyorum. Şunlar olabilir.

Bir kere iptila. İnsanlar balli koklamaya bile müptela olabiliyor, kelimeleri koklamak da öyle bir şey. Başladın mı bırakamıyorsun.

İkincisi sanırım psikoloji ile alakalı. Türkçe anadilim değil. Gerçi üç-dört yaşımdan beri en çok kullandığım, en iyi bildiğim dil. Son otuz senede Ermenice on kitap okumuşsam, Türkçe beşbini geçmiştir rahat. Gene de insan hep “öğrenme” modunda kalıyor, bu dili yeterince bilmiyorum duygusunu bir türlü aşamıyor. Bir şekilde olaya “dışarıdan”, turist gibi bakmaya devam ediyor, “aa ne ilginç” diye diye geziyor. Vatanmilletçi takımını asıl kızdıran da bu galiba. Sen benim atalarımın dilini, yalan yanlış oluşturduğum kimliğin temelini, cehaletimin yegâne istinatgâhını nasıl böyle kurcalarsın diye, için için kaynıyorlar.

Memlekete faydalı bir iş yapmak da güzel bir duygu ayrıca.

Soros para vermiyor. Matematik Köyü için istedik, git işine dediler.

_______________

Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü, 3. basım, Adam Yayınları, halâ mevcut. Kitapçılarda tek tük bulunuyor. Dördüncü basım birkaç ay sonra çıkacak. Elifin Öküzü’nün yeni baskısı Kırmızı Yayınlarından çıktı.

30 Ocak 2009 Cuma

Polonyalı ortağım ve emekli ajan

112. sokaktaki evden kimler geçmedi ki? Yorgo gitti, onun yerine Chris Burdza’yı aldık. Polonya’dan yeni gelmiş, ayı gibi bir herif, sinema okuyor. Hiperaktif, hiper geveze, çenesi açıldı mı sabahın yedisinden önce uyku uyunmaz, sosyalizmin eleştirisinden başlanır, Amerikan finans sisteminin inceliklerinden çıkılır. Askerliğini Sina Çölündeki BM Barış Gücünde yapmış. Oradayken uluslararası yardım faslından gelen konserveleri el altından Kahire’ye pazarlama işiyle uğraşmış, albayıyla parayı kırışmışlar.

Ben de o sırada Güney Amerika’dan maymun getirme işine takmışım. Peru’da bir maymun bilemedin 50 dolar, New York’ta 5000 dolara alıcısı var, güzel iş. Tek problem: Amerika’ya maymun ithal etmek yasak, bilimsel araştırma kurumları dışında. Derhal Polonya bağlantıları devreye sokuldu, Atlanta Üniversitesinden Polonyalı bir biyolog tedarik edildi, bilimsel araştırma izinleri alındı. Bir de şirket kurduk Longfellow Club adıyla. Ama Peru’daki adamlarımız fos çıktı, maymunlar hastalanıp öldü, ayarladığımız gemi gününden önce Peru’dan ayrıldı. Ortada kaldık.

Para tükenince mecbur kaldık bir ev arkadaşı daha almaya. Gazeteye ilan verdiğimiz gün kapı çaldı: filmlerdeki ajanlar gibi pardesülü, kasvetli bir adam. Merhaba hello, cebinden şık bir hareketle armalı damgalı bir hüviyet çıkardı gösterdi, bilmemne emniyet departmanı. Oracıkta kalp krizi geçirmediysek bir daha geçirmeyiz. Meğer emekliymiş, karısından ayrılmış, evsiz kalmış, kira ilanına gelmiş. Adı galiba Greg’di, unutmuşum. Tamam dedik anlaştık.

Emniyet görevlisiymiş, sabık İran şahının oğlunun korumalığını yapmış. Biraz ısındıktan sonra büyük projesini anlattı. Robert Vesco o tarihlerde Amerika’nın en “wanted” adamı, kaçak banker. Kafasına beş milyon dolar ödül koymuşlar, Bahama’larda özel mülkü olan adada yaşıyormuş, bizimki onu kaçırıp adalete teslim etmeyi düşünüyormuş. İlgilenir miyiz? E tabi, neden olmasın, ama silahlı işlere yokuz dedik. Tekne nereden temin edilecek, şuradan. Evrak? Kolay. Para? Kaynakları varmış.

Bir-iki hafta bu mevzularla geçti. Derken Greg ortadan kayboldu. İki hafta sonra karısı çıkageldi, eşyalarını topladı. Greg intihar etmiş.

Sonra Chris Pittsburgh’u keşfetti. Aramış, taramış, Amerika’da o güne dek majör bir filme konu olmamış en büyük kentin Pittsburgh olduğuna karar vermiş. İki günde oturdu senaryoyu yazdı, kömür madenlerinde geçen bir aşk hikâyesi, senaryo danışmanı da Sevan Nişanyan. Gitti Pittsburgh’un bütün zenginlerinin paçasına yapıştı, kapıdan kovanın bacasından girdi, sırf çene gücüyle adamları filmi finanse etmeye ikna etti. Julia Roberts’ı oynatacağım diye tutturdu, ama onu başaramadı, Jennifer Runyon’la yetindi.

Flight of the Spruce Goose 1986’da gösterime girdi. Ufak çaplı bir Hollywood başarısıydı, ama devamı gelmedi. Devrimden sonra Chris Polonya’ya dönmüş, halâ film yapımıyla uğraşıyormuş.

23 Ocak 2009 Cuma

Berduş Mehmet

Saç sakal karışık, evsiz, köpeğiyle yaşar, orada burada yatar, dağdan topladığı salyangozları yer, ama yetenekli çocuk dediler. Selçuk Sanayi çarşısında bir atölyeye sığınmış, mezar taşı yazıp üç beş kuruş kazanıyormuş. Bir vesileyle atölyesine uğradım. O da ne! Duvarlar baştan aşağı Velásquez kopyaları dolu, hem öyle böyle değil, ciddi işler, deliler gibi detay çalışmış. “Oğlum sen manyak mısın, bu ne?” dedim. Kuşadası’nda rahmetli Halûk’un dükkânından aldığı kitaplardan öğrenmiş. Velásquez’in kullandığı boyaları araştırmış, fırça tekniğini etüt etmiş. İspanya kralının kızlarının giysisindeki bir kıvrımı yakalamak için haftalarca uğraşmış.

“Kışın kalacak yerin var mı?” diye sordum. Yokmuş. O sırada bizim otelin inşaatı bitmek üzere. Bertolucci’nin Besieged filmini yeni görmüşüm, oradaki o eski Roma apartmanının iç mekânlarına vurulmuşum. Mekân dediğin görmüş geçirmiş olmalı, yeniyse eskiteceksin, öyle düdük gibi sonradan görme yerler olmaz. Gel, dedim, bir odayı sana hazırlayalım, yerleş, duvarları boya. Aklı yattı. Pompeii freskleri kitabından bir sayfa açtım, aynısını duvara yap dedim. Üç saatte kotardı. Tamam, altın madenini bulduk!

Efes’teki Teras Evleri o tarihte daha halka açılmamış. İzin alıp girdik, bütün gün fotoğraf çektik. İkinci yüzyıldan kalma evler, yer yer beş tabaka fresk var duvarlarda, kaç yüz yıl boyunca biri eskiyince üstünü sıvayıp bir kat daha boyamışlar. “Böyle bir şey istiyorum” dedim, ister aynısını yap, ister kafana göre takıl. Bir kat yapınca çekiçle girişip kıracağız, bir kat daha sıva atıp gene resimleyeceğiz. Gören ikiyüz senelik bina zannetsin, kimbilir kaç kuşak görmüş, tamirat geçirmiş. Sıvanın kırık yerinden alttaki resim görünsün, insanların hayal gücü kudursun.

Bir şevkle girişti, dev bir şölen kompozisyonu çalışmaya başladı. Bir ay boyunca o tabloyla uğraştı. Detayları yaptı bozdu gene yaptı gene bozdu. Ben sabırsızlanıyorum, bırak artık, daha o duvarı kırıp yeni kat yapacağız. Tıkandı, bunalıma girdi: sabit bir yerde hiç oturmamış daha önce. Bir gün pılını pırtını toplayıp ortadan kayboldu.

Haftalarca arayıp Antalya’da izini buldum, ama işin yürümeyeceği anlaşıldı. Antalya’daki bir otelin dekorasyon işini almasına aracılık ettim. O işten biraz para kazanmış. Kazandığıyla da Toros Dağlarında bir yerde orman içinde bir kulübecik satın almış, oraya taşınmış.

İki sene sonra gene rastladım. “Orman İdaresi tapu iptal davası açıp evime el koydu” dedi. Gene evsizmiş. ÖDP’ye katılmış. Avrupa Birliği’nin bir kapitalist ve emperyalist komplo olduğunu uzun uzadıya izah etti.

11 Ocak 2009 Pazar

Matematik Köyü nasıl kuruldu

(Agos 11.03.2009 & 18.03.2009)

İdeal eğitim mekânı nasıl olur? Ali Nesin’le yıllar boyu bunu konuştuk, denk geldikçe. Yaşam alanlarıyla ders alanı içiçe olmalı. Sessiz olmalı. Dünyadan kopuk olmalı. Ezici değil sevimli olmalı. Hocalarla öğrenciler bir arada yaşamalı. Mekân yönetimine öğrenciler bilfiil katılmalı. Ürpertici güzellikte köşeleri olmalı. On sene sonra geçecek mimari modalara kulak asmamalı. Küçük grupların toplanmasına uygun kuytu yerleri olmalı. Şehirde olmaz doğada olmalı. Ekmek fırını da olmalı. Bostan da olmalı.

En mükemmeli eski Anadolu medreseleridir dedik. Gittik beşyüz senelik medreseleri, onlarla aynı ruhu taşıyan eski İtalyan manastırlarını etüd ettik. Milet’teki İlyas Bey dergâhına aşık olduk. Taslaklar çizdik. Hoca evleri birinci avluda mı ikinci avluda mı olacak diye saatlerce didiştik.

Aziz Nesin bir Matematik Enstitüsü kurulmasını vasiyet etmiş, vakıf senedine de öyle yazmış, herhalde Ali Amerika’da kalmasın, Türkiye’ye dönsün diye düşünmüş. Ali’nin rüyası o. Benimki biraz farklı: hikâyesi olan şeyler yapmayı seviyorum. Bir de, gelip geçici olanın ötesinde bir Mutlak var mı? Erişilebilir mi? Onu merak ediyorum.

Yıllar geçti, ihtiyarlamaya yüz tuttuk. Hepsi lafta kalacak, hayata geçiremeyeceğiz diye hayıflandık.

İlham Doğu’dan gelir

2007 Nisanının ilk günlerinde Urfalı yaşlı bir yapı ustası Şirince’de yanıma geldi, iş istedi. Çok para istemezmiş, şantiyede yatarmış. Benim Kürtleri sevdiğimi duymuş, Selçuk’ta bunlara kimse iş vermiyormuş. Git amca dedim başımdan savdım.

O gece uykuya dalarken birden zınk diye kendime geldim: budur! Açtım telefonu Ali’ye, tamam başlıyoruz dedim. Bre dur, aman, ne oluyoruz? Şimdi başlamazsak bir daha olmaz dedim, biraz mantık, biraz mugalata, ikna ettim.

Bundan iki üç yıl önce Vakf’a gelir getirsin diye Ali Şirince’de bir ev almıştı. Satanlar onun yanında eşantiyon diye dağdaki on dönümlük zeytinliği de dayattılar. Mecburen alındı, bir işe yarayacağı yok ama olsun, öyle duruyor. İdeal enstitü yeri!

Oturduk hesap yaptık. Kaça malolur? Üçyüzbin lira diye kafadan attık. Elde ne var? Vakıf’tan ellibin çıkar, bilemedin yüzbin. Bende de bir ellibin var. Gerisi? Allah kerim, elbet bir yerden bulunur.

Çağırdım Urfalı amcayı. Nah şuraya bir istinat duvarı yapmaya başla sen hele dedim, gerisini düşünürüz. Proje? Lazım değil, eskiden proje mi vardı? Bir adet A4 kâğıdına bir şeyler çiziktirdim. Evler taş ve topraktan yapılacak, beşbin senedir yaptıkları gibi. Yan tarafta koca bir kaya kütlesi var, onun taşı yeter. Arazinin toprağı killi, çamur harcı için ideal. Demiryolları idaresinin söküp kilo hesabı sattığı eski traverslerden bin tane aldık mı ağaç işi de tamam.

Üç ayda yapılan köy

Harala gürele giriştik. Bizim Kürt ustalar birken üç, üçken beş, beşken yirmibeş oldu.Ta Muş’a, Şırnak’a kadar ünümüz yayıldı, torbasını kapan geldi. Tam üç ayda kırk yataklı dört koğuş, elli kişilik bir derslik, hamam usulü kubbeli iki banyo, kır kahvesi kılıklı bir sahra yemekhanesi, bir tane de amfi tamamlandı. On onbeş tane de çadır tedarik ettik, ne olur ne olmaz diye.

Ali’nin oniki seneden beri her yaz yaptığı bir matematik yaz okulu var. Önce Bilgi Üniversitesi bünyesinde başlamış, sonra namı yürümüş, her üniversiteden katılanlar oluyor. Her yaz başka bir yerde toplanıp birbuçuk ay sabah akşam matematik çalışıyorlar. Yurt dışından kerli ferli matematikçiler gelip ders veriyor. Denize girmek bile akıllarına gelmiyor. Not yok, para yok, iman gücüyle yürüyen bir acayip konsantrasyon kampı.

2007 yaz okuluna yetiştiririz diye karar verdik. Aklı başında adamlar gelip inşaatı geziyor, “güzel hayal ama yetişmez” deyip gülümsüyorlar. “Para lazım” diye gittik banka sahiplerinin, şirket kodamanlarının kapısını çaldık. Onlar da gülümsediler. Bunun üzerine Ali oturdu, onbin kişiye bir mail yazdı. Kimi bin lira, kimi on lira yolladı, bir ayda tam ikiyüzbin lira bağış birikti. Kağızman’ın köy okulundan “kusura bakmayın bu kadar verebiliyorum” diye özür dileyip maaşının yarısını gönderenler oldu. Dünyanın en ünlü matematikçilerinden biri İngiltere’den çıkardı ellibin lira gönderdi. Mermerciye büyük bir plaka yaptırıp para veren herkesin adını üstüne yazdırdık, duvara koyduk.

Bu arada mali müşavirimiz saçını başını yoluyor, “izinsiz bağış toplamak suçtur, hepimizi hapse atacaklar” diye. Kulak asmadık tabii.

15 Temmuz’da öğrenciler geldi. Sefil koşullarda Nesin Matematik Köyü’nün ilk yaz okulu başladı. Bir hafta sonra jandarma geldi, “hop birader burası Türkiye” diye kibarca anımsattı.

Gerçek dünyayla yüzleşmemiz ondan sonradır.

(Devamı haftaya)

Matematik Köyü Nasıl Kuruldu – II


(Geçen haftaki yazıda Sevan Nişanyan ve Ali Nesin Şirince’de bir Matematik Köyü kurmak için kolları sıvar.)

Altmış küsur üniversite öğrencisi geldi, yaz okulu başladı. Kokuyu alan gazeteciler de çok geçmeden damladı. İki gün sonra Sabah’la Star’da tam sayfa çıktık. Olay cazip, Türkiye’de benzeri yok: tamamen gönüllülük esası üzerinden işleyen bir akademik kamp, dünyaca ünlü profesörler katılyor.

Gazeteyi görünce bizim jandarma bölüğünün aklı başından uçmuş; adamlar kaçak köy yapıyor biz burada uyuyoruz diye dövünmüşler. Kamyon dolusu askerle geldiler, amfi ile hamamı mühürlediler, 48 saat da mühlet verdiler köyün boşaltılması için. Welcome to Turkey!

Öğrenciler panik içinde: bir kısmı bırakıp gitti, bir kısmı çadırda kalır devam ederiz havasına girdi. Sakin olun dedim, burası Türkiye, buluruz bir çözüm. Jandarmanın uyguladığı mühür teknik açıdan sakat bir işlem, öyle bir yetkileri yok. Savcılığa hitaben kurşun kalemle zehir zemberek bir dilekçe yazdım, bölük komutanının usulsüz işlemden şahsen cezalandırılmasını talep ettim. Sonra dilekçeyi alıp komutana gittim, bak sen efendi bir adama benziyorsun, bu dilekçeyi verdirme bana, yazık, diye izah ettim.

Devlet ricalinin böyle durumlarda ilk tepkisi kontrataktır. Altı saat toplantı yapmışlar, usulsüz mührü kaldırıp bu sefer “izinsiz eğitim kurumu işletmek”ten mühürlemeye karar vermişler. Ertesi gün yine bir kamyon asker geldi, mührü kaldırıp yeniden mühürlediler. Bu sefer medya tam ayaklandı. Radikal gazetesi, sağolsun, üç gün boyunca Matematik Köyünün kapatılmasını baş sayfadan sekiz sütuna manşet verdi.

Bir Rus matematikçimiz vardı, dünyaca ünlü biri. Tek kare fotoğraf çekmiş: arkada karatahta, üstünde feci karışık bir matematik problemi, önde de jandarmanın mührü. Bunu internete koydu. 24 saat içinde bütün dünya matematik alemi ayağa kalktı, yok artık olmaz böyle şey diye. Binlerce mail yağdı. Olay Devlet meselesi oldu. Başbakanlık devreye girdi. Birkaç gün sonra süklüm püklüm iki astsubay gönderdiler, mühürleri söktüler.

Arkalarından törenle teneke çaldırdım: maksat öğrencilerin morali yükselsin, kötü ruhlar kovulsun. Ali buna çok kızdı. Benden daha mülayimdir, barışa yatkındır.

Bürokratik bataklık

İşin bürokratik detayıyla sizi sıkmayacağım. Aslında olaydan aylar önce izin mizin için başvurmuşuz. Akılalmaz bir mevzuat batağına saplanıp kalmışız. İzin almak için önce yol lazım. Yol var paşa gibi, ama bunun seksen metrelik bir kısmı kadastro haritasında görünmüyor. O kısmı Orman idaresinden kiralamak için başvurmuşuz. Harita istemişler, yaptırmışız. Otuz-kırk tane evrak istemişler, temin etmişiz. Ankaralara gitmiş, gelmiş, gene gitmiş; bu sefer mevzuat değişti başka evrak isteriz demişler. Komşu parseli de satın almalısınız demişler, almışız. Yolu oradan geçiremeyiz kâğıt üzerinde başka yerden geçireceğiz demişler. Bu sefer teorik olarak yapacağımız yol için teorik olarak birkaç ağaç kesmek lazım, onun iznini almak için gene Ankaralara taşınmışız. Karşında bir sürü miskin adam, her biri topu başka bir kapıya atıyor. Bizde bir avukat, bir mali müşavir, bir iş takipçisi, neredeyse ful taym, kapı kapı dolaşıyor aylar boyu.

Ben uğraşamam, hayat kısa, izin filan almayalım dedim, Ali’yi ikna edemedim. İşin içinde Vakıf var, onu riske etmek istemiyor. Haklı. Ama yola çıkmışız bir kere, geri dönmek de olmaz.

Matematik Köyü meydan muharebesi

2007 yazı kazasız belasız bitti, öğrenciler gitti. Esas inşaat ondan sonra başlıyor. 2008’e 100 kişilik tam teşekküllü kampus yapmamız lazım.

Bölük komutanına gittim, teneke hadisesinden ötürü gönlünü aldım, gene başlıyoruz diye haber verdim. Yaptırmayız dedi. Görüşürüz dedim.

2007 Eylülünden 2008 Mayısına kadar yaklaşık 60 defa inşaatı jandarma bastı. Bizim Kürt ustaları toplayıp götürdüler, yeni usta tuttum. Onları götürdüler, başkasını buldum. Jandarma geldiğinde malayı elden bırakanı kovuyorum diye ilan ettim. Garibanlar zaten Doğu’dan alışıklar iki ateş arasında kalmaya, peki ağam dediler, çalıştılar.

Baktık sabah sekizde jandarma Selçuk çıkışına barikat kurup bizim işçileri geri çeviriyor, biz de altıda işbaşı yaparız dedik, gece karanlığında işe koyulduk. Sekiz-on gün ruhları bile duymadı.

Baktık olmuyor, stratejik tepelere iki gözcü yerleştirdik, yevmiyeli: jandarma göründüğünde sinyal veriyorlar, işçiler ormana kaçıyor. Astsubaylar geldi, dert yandılar, sizin yüzünüzden biz fırça yiyoruz diye. Onlara da acıdık, ama savaştır dedik, olur o kadar zayiat.

En komik olay da şu. Ankaradan üst düzey jandarma subayları gelmiş olay yerini incelemeye. Gözcüler sinyal verdi, işçiler kaçtı. Baktım gelenler birkaç tane sivil adam, çıktım karşıladım, yahu sizi jandarma zannettik adamlar kaçtı diye izah ettim. Kafa sallayıp kendilerini tanıttılar, albay, yarbay. Ne yapalım, güldük, çay kahve ikram ettik. Şantiyeyi gezdirdim. Hayran olup gittiler.

6 Haziran 2008’de Matematik Köyünü bitirip açılışa hazır hale getirdik. Bir kutu baklava alıp bölük komutanına gittim, centilmence mücadelesinden ötürü kutladım, senin yerinde ben olsam kopartırdım Nişanyan’ın kafasını diye empati yaptım, hatam olduysa affetmesini rica ettim, açılışa davet ettim.


Zirvede fikir ayrılığı

Ali’le aramızda biriken gerginlik açılış vesilesiyle kriz noktasına geldi. Benim fikrim, üç gün üç gece sürecek görkemli bir açılış yapmak. Selçuk eşrafını, devlet büyüklerini, basını çağırmak; Hüsnü’ye yahut Fazıl Say’a konser verdirmek. Ali “açılış yapılmayacak” diye kestirip attı. Burası bir bilim yuvasıymış, tanıtıma gerek yokmuş. Tabii esas hadise başka, Ali çatışmadan yorulmuş, daha fazla meydan okumak istemiyor. Ben ise onca mücadele vermişim, zaferin tadını çıkarma peşindeyim. Sert diyaloglar oldu.

Tam o günlerde canım zaten başka şeyden ötürü sıkkın. Çektim Etiyopya’ya gittim, Allahın kaybettiği bir dağ başında bin yıllık bir manastır buldum, birkaç gün orada kalıp kendi kendimle hesaplaştım.

Ali’le üç dört ay küs kaldık. Ama geride tam 32 yıllık arkadaşlık var. Hem yetmiş milyon içinde o kadar kaliteli bir deliyi bir daha nereden bulacaksın? Barıştık tabii.


8 Ocak 2009 Perşembe

Kontrbas çalan zenci

(Agos 11.07.2008)

Canımın feci sıkkın olduğu günler. New York`un kışı hele hiç çekilmez. Atlayıp tek başıma birkaç günlüğüne Puerto Rico`ya gittim. Aralık sonu hiç olmazsa denize girebilirsin.

Oradayken kasvet büsbütün bastı. Yanımda, Allah kahretsin, Anna Karenina`yı götürmüşüm okumak için. 83`ün yılbaşı gecesini, metruk bir sahil otelinde, tek başıma kusuncaya kadar içerek geçirdim. Kıskançlık kötü bir ruh hali, mantığa vurulması imkânsız. Kara bir zift gibi insanın içini kaplıyor, debelendikçe daha beter yapışıyor. Bunu bana nasıl yapabilir, nasıl, nasıl! Ölmeli. Yok öldürmeli. Yok ikisi birden… Bir yandan da salim aklınla düşünüyorsun: bir şey yok Sevan, alt tarafı ne olacak, kendince o da haklı, hem bunca yıllık karın.

Şimdiki değil tabii, o zamanki.

San Juan`a geçtim. Eski şehir sur içinde, Karayiplerden çok Akdeniz`i hatırlatan bir kasaba. Biraz Antalya`nın kırk sene önceki hali, ya da belki Magosa suriçi. Evler dökülüyor, çoğu metruk, ama bahçe duvarlarından deli gibi yasemin ve bugenvilya hevenkleri taşmış. Dökük bir pansiyona yerleştim. Tek özelliği eski usul ahşap panjurlardı: tropik ambiyans için birebir. Bahçede adam boyu, bilmediğim kırmızı çiçekler.

Akşam dolaşmaya çıktım. Sokaklar boş; tek tük zenci, onlar da sarhoş ya da daha beteri. Derken mucize denk geldi. Bakkal dükkânının önüne masa kurmuşlar. Beş on kişi toplanmış. Seksenlik sıska bir zenci ayakta kontrbas çalıyor, ihtiyar teyze de bir zamanlar bu işleri iyi bildiğini belli eden bir ritmle hafifçe salınıyor. Cazla salsa arası bir şey, ama nasıl karanlık akorlar, ne cüretkâr falsolar, ne kadar kırık ritmler! Baba Bach kromatiğin bu kadarına şapka çıkarırdı, kesin.

Iki saat oturup ağzım açık dinledim. Kötü düşünceler yavaşça geçti. Ya da geçmedi de küllendi, önemsizleşti, ta derinlerde ince bir sızıya dönüştü. Barışmaya karar verdim.

Gariptir, on sene Amerika`dan sonra Türkiye`ye dönmeye de galiba o gün orada karar verdim. Bir çeşit yorgunluk mu, hiçbir şeyin önemi yok duygusu mu, yenilgi mi, kim bilir. Insan ruhu karanlık bir deniz: fazla açılmaya gelmez.

Eski hayatlar

Sen eskiden otel yazarıydın, daha önce Marx’ın okunmaz kitaplarını çevirirdin, şimdi dilbaz olarak karşımıza çıktın, kafam karıştı, aynı Sevan mısın, klon musun, nesin diye sormuş değerli bir okurum. Ayrıca müteahhitliğim ve gecekondu mimarlığım da vardır, onu eklememiş ama herkes bilir. Unuttukları öteki kimliğim, Commodore-64 gurusu, memleketin ilk popüler bilgisayar firmasının kurucusu Sevan Nişanyan. Çoğu zaman ben bile unutuyorum.

Tatilde boş durma çalış

84 yazında üç haftalık bir tatil için İstanbul’a geldim. O sırada New York’tayım, harıl harıl doktora tezi yazıyorum Peru ve Arjantin’in siyasi partileri hakkında. Washington ile Boston arası bir kariyer mu­kadder görünüyor, sonradan Amerikan dış politikasının baba isimleri olacak kişilerle sohbetimiz var. Evliyim ama o evlilik de eskimiş, on seneden sonra Amerika da bıkkınlık vermiş.

Geldiğimin ikinci akşamı Yeniköy’deki Aleko’nun meyhanesinde Osman Kavala ile muhabbet açıldı, büyük bilgisayarların devri kapanıyor, şu home computer olayına bakmak lazım diye. Ben o yılın Ocağından beri Commodore’umla yatıp kalkmışım, Basic’i geçip assembly dili öğrenmişim, Sabit’le beraber çatır çatır program kırıyoruz, hatta hacker dergilerinde yazılarımız çıkıyor ufaktan. “Peki” dedi Osman, şu hadiseyi bir incele bak, Türkiye’de piyasası neymiş bunun.

Kimi liseden kimi adadan tanıdık çıktı, birkaç gün piyasada dolanıp çay kahve içtikten sonra tablo çabucak netleşti. Commodore o tarihte dünya lideri ama Türkiye’de doğru dürüst bir mümessili yok, birkaç firma tek tük getirip vitrinde satıyor, ilgi var, Taksim’de genç bir Yahudi adam distribütörlüğü almaya çalışıyormuş ama parası yok.

Adamlara bir teleks çektik, ilgileniyoruz diye. (O zamanlar teleks vardı, Bronz Çağından az sonra). Pazar araştırması isteriz diye cevap verdiler. E ondan kolay ne var? Bülent Tanla ile Asaf’ın evinde bir akşam yemeği, Devlet İstatistiğe bir ziyaret, üstüne bol esnaf dedikodusu, 50 sayfalık pazar araştırması iki haftada hazırlandı, dört dörtlük iş oldu. “Hong Kong’a gel görüşelim” dediler. Ne yapalım, yaz sonuna kadar burada kalırım şu iş yarım kalmasın diye düşündüm, gittim.

Örgüt kuruyoruz

Pazarlık süreci Kasım’a kadar sarktı. Mecburen üniversiteme yazı yazıp bir sömestre izin istedim. Arada İstanbul’da ve taşrada elektronik işi yapan bütün firmalar tesbit edilip teker teker gezildi, tanışıldı, bayilik konuşuldu. Reklam kampanyası tasarlandı. Gümrük mevzuatı araştırıldı. Software’den anlayan adam arandı. Şirket kuruldu. Bir yardımcı, bir sekreter derken ekip olmaya başladık. Baktım Taksim’deki Yosef’in yarışı bırakmaya niyeti yok, gittim konuştum; benim arkamda koskoca Kavala grubu var, başedemezsin, gel sen de bize katıl diye teklif ettim. Aklı yattı. Olduk mu birden 10-15 kişi?

Hong Kong-Londra arası dört beş kez mekik dokuduktan sonra nihayet anlaşma imzalandı, sıra siparişe geldi. Ben piyasayı koklamışım, yılda en az onbin satarız, bin taneyle başlayalım diyorum. Kavala yönetim kurulunda birtakım kibar kibar amcalar, “Sevan Bey siz gençsiniz heyecanlısınız, Türkiye’de o kadar ‘kompütör’ alacak kaç araştırma kuruluşu var, hadi şunu elli yapalım sizin de gönlünüz olsun” tavrındalar.

Al takke ver külah amcaları ikna ettik. 5 Ocak 1985’te 600 tane Commodore-64 Karaköy gümrüğüne indi. AYNI GÜN bütün gazetelerde çarşaf çarşaf Emre Senan’ın çizdiği dünya güzeli reklamlarımız başladı. Ki Türk basınındaki ilk kitlesel bilgisayar kampanyasıdır, bilgisayarı kargacık burgacık bir teknolojik alet değil her eve lazım bir ihtiyaç maddesi olarak sunan ilk kampanyadır. AYNI GÜN Teşvikiye’de Ralli Apartman'daki şirket merkezimize taşındık; tam hatırlamıyorum, on-oniki yeni eleman o gün işe başladı. Öğlene kadar 600 bilgisayar satıldı bitti. Öğleden sonra mal almaya gelip bulamayan yirmiye yakın bayi kapının önünde arbede çıkardılar, itiş kakış oldu, polis geldi. Onbin abartı olur hadi, ama beşbin makina olsa o gün satılacağı anlaşıldı.

Kaos ayları

Ondan sonrası kâbustur.

Hong Kong’dan ikinci parti malın gelmesi Şubat ayını buldu, o da aynı gün tükendi. Bilgisayar hadisesi birdenbire ülke çapında bir çılgınlığa dönüşme eğilimine girdi. Her gün gazetelerde dergilerdeyim, konuşma yapmak için beni Bursa’ya, Osmaniye’ye, şuraya buraya çağırıyorlar. Türkiye’nin ilk popüler bilgisayar dergisini çıkarmaya başladık; bütün gün şirket mesaisi yaptıktan sonra geceyarısı çocuklarla toplanıp dergi hazırlıyoruz. Oraya da Baytan Bitirmez müstear adıyla programcılık yazıları yazıyorum, sabahın ikisinden üçünden sonra.

Ekip oldu 70-80 kişi: hepsi deneyimsiz gençler, bir kargaşa bir kaos ki bildiğin gibi değil. Ben muhasebenin m’sinden anlamam, tahsilat filan bilmem. Piyasadan birkaç milyon dolar alacağımız var, bankalara borcumuz bunu da aşmış, halbuki o zamana kadar hayatta ikibin doları bir arada görmüşlüğüm yok. Holding’den başıma derhal bir maliye komiseri gönderdiler. Bilal, aslında düzgün adam, durduk yerde düşman sahibi oldum. Yıllar sonra bir yerde karşılaştık da barıştık allahtan.

Esas komiği şu: bu sırada ben hem asker kaçağıyım, hem 1980 öncesi örgüt üyeliğinden aranıyorum, aranıyor muyum tam da belli değil. Bir yandan ANAP’ın kongresine bilgisayar sistemi kuruyoruz, Ankara’ya gidip Erkal Zenger’le, Adnan Kahveci ile, parti kodamanlarıyla görüşüyorum. Bir yandan içim pır pır, bakanlığın kapısında kulağımdan tutup içeri atsalar sürpriz olmaz. Adamlara anlatamazsın da, inanılır gibi değil çünkü.

Sonunda iş patladı tabii. Nasıl patladığı müthiş hikâyedir, ama anlatmaya cesaretim var mı şimdilik bilmiyorum. İşin aslını Osman’la Asaf bilir, bir de galiba Zeynep. 1985 Mart başında apar topar memle­ketten gitmek zorunda kaldım. Gittiğim gün Hilton’da basın toplantımız var, yurt dışından Commodore’un büyük yöneticisi gelmiş. Podyuma çıkıp adamı basın mensuplarına takdim ettikten sonra kimseye haber vermeden, pır, ortadan kayboldum. Toplantının sonunu arkadaşlar bir şekilde getirmişler.

Eve dönüş

Kapağı New York’a atabildim, uzun bir yolculuktan sonra. Onca macera yaşanmış, artık üniversitenin uyuşuk koridorları çekilir mi? Gittiğim gün iki üç hocamı ziyaret ettim: onlar bana uzaydan gelmiş gibi bakıyorlar, ben onlara! Kararımı verdim, New York Başkonsolosuna gittim, “valla inanmayacaksınız ama hikâye böyle” diye a’dan z’ye anlattım. Pasaport istedim. Adamcağız hayretler içinde dinledi. Beş ay boyunca ne yapacağına karar veremedi. Uzun lafın kısası, 1985 Kasımında askerliğimi yapmak üzere Türkiye’ye döndüm.

O zamandan beri de buradayız, allahın izniyle.