28 Kasım 2008 Cuma

Vatan Kurtaran Kaymakam

Ben hapse girip çıktıktan sonra Şirince’de iyi kötü bir ateşkes teessüs etti. Müze müdürü kovuldu, esas çıban başı gitmiş oldu. Herkeste benim haksızlığa uğradığıma dair bir kanı oluştu. Kaymakamlığın kapı kulları bile çarşıda beni görünce selam verip hatır sormaya başladılar. Ben içerideyken aleyhime zehir zemberek bildirilere imza vermiş adamlar “Sevan abi biz aslında seni çok severiz, çocukken arkadaşım vardı, adı Agoptu” muhabbeti yapmaya başladılar.

3 Ocak 2004’te jandarmadan bir astsubay otele geldi. “Sevan Bey kötü haberim var, mühürleyeceğiz” dedi. Eyvah, başa sardık gene! Kaymakamın kesin talimatı varmış, ruhsatsız olduğu için kapatılacakmış, gerekirse zor kullanacaklarmış.

Peki dedim, şu kanunun şu maddesine göre bana bir gün müsaade. Ertesi gün beş tane televizyon, on tane gazete muhabiri kapıda, köyün en cırtlak sesli kadınları otele doluşmuş, jandarma geldiğinde bir yaygara koptu ki görmeye değer! “Çıkmıyorum” dedim, “yasadışı emirdir, tanımıyorum”. Meğer İzmir’deki alaydan takviye kuvvet getirmişler. İki otobüs dolusu silahlı asker, bir yüzbaşı, bilmem kaç tane astsubay, daldılar içeri. Çatır patır flaş yağmuru altında Müjde’yle beni karga tulumba dışarı çıkardılar. Kadınlar çığlık çığlığa bağırıyor. Onları yatıştırmak da bana düştü, yoksa olay kontrolden çıkacak, tehlikeli olabilir.

Ertesi gün köyde ruhsatsız olduğunu bildiğim 42 işletmenin her biri için görevi ihmal ve suiistimalden kaymakam aleyhine 42 tane suç duyurusu yazdım. Birer nüsha savcılığa, birer nüsha da bilgi için kaymakamlık kalemine vedim. Tatil için çıkıp Hindistan’a gittim.

*

Döndük ki ortalık karmakarışık. Kaymakam bey emir vermiş, mecbur, ruhsatsız işletmeler kapatılsın diye. Ama jandarma işlem yapmıyor, danışıklı döğüş. Yüzbaşıya gittim, derhal hepsini kapatmazsa kendisi hakkında da dilekçe vermek zorunda kalacağımı, bunu yapmak istemediğimi, ama mecbur kalırsam yapacağımı söyledim. İstifini bozmaz göründü, ama Agop masalı anlatma ihtiyacı duydu. Defans hamlesidir, surda çatlak var demektir!

Eş dost kaymakamı dilekçe yağmuruna tuttular. Adam yüzsüzün teki, cevap yazmış, ruhsat işlerine jandarma bakar, onların tasarrufudur, benim hiç alakam yoktur diye. Kritik hamle işte buydu. Tanıdık jandarmalara, hiç önemsemezmiş gibi, kaymakamın yazdığı yazıyı gösterdim. İlla fotokopi istediler, “ay vallahi bilmem ki” diye naz yapıp, verdim. O gün jandarma bölüğü hop oturup hop kalkmış, vay puşt, vay ahlaksız, vay yalancı, olayı bize yıkmaya çalışıyor diye. Yüzbaşı kaymakamla selamı sabahı kesti, aylarca küs oldular. Beni çağırıp işin aslını anlattı. Meğer benim bir sebeple kavga ettiğim biri gitmiş uzun uzun kaymakamı doldurmuş, bu adam şöyle vatan hainidir, şöyle ahlaksızdır diye. Kaymakam da şiştikçe şişmiş, vatanı kurtarmaya karar vermiş. Yılbaşı gecesi aile gazinosunda bölük komutanını çağırıp “kapatamadınız şu Ermeni’nin yerini, tüh size” diye söylenmiş. Onlar da mecbur, işlem yapmışlar. Hadise bundan ibaretmiş.

İşin ardı çorap söküğü gibi geldi. Jandarma, kaymakamlığın emri doğrultusunda Şirince’deki bütün ruhsatsız işletmeleri kapatma kararını uygulamaya başladı. İkinci gün valilikten gelen emirle işlem durduruldu; bütün işletmeler açıldı, bizimki dahil. Şah, mat.

*

Bu seferki dersimiz nedir, görelim.

Soğukkanlılığı elden bırakmayacaksın, bu BİR. Sakin olan kazanır. İKİ: Bunlar korkak, aciz adamlardır. Biraz sıkıştıkları yerde, yanındakini satıp kendini kurtarmaya bakar. ÜÇ: Büyük komplolar, ciddi kararlar aramayacaksın. Kendinde güç vehmeden bir budala kadar tehlikelisi yoktur.

Hrant’ı yakan da, bana sorarsanız, aynı tehlikedir. Diyaloğu neredeyse duyar gibiyim. “Paşam, Atatürk’ün manevi kızına dil uzatmış, yaa, maalesef. ” “Vay hergele! Gereğini yapın!”

Yarın emekli olduğunda gelir senin yanına, bütün sırnaşıklığıyla iş dilenir, Agop muhabbeti yapar.

21 Kasım 2008 Cuma

Hiram Abas

New York’taki Türk konsolosluğundan 15 gün süreli uyduruk bir pasaport verdiler, kalktım memlekete döndüm, kalbim pır pır. Havaalanında sivil bir görevli karşıladı, arkalarda bir odaya götürdü, kimlik tesbiti, hafiften sorgu. Yanında gençten sevimli bir kadın, sessiz oturuyor. Sanırım standart prosedür: sorguya çekilen kişi ürkmesin, rahat hissetsin diye yanlarında bir kadın bulunduruyorlar. Elkitabında yazıyordur.

İki-üç ay kadar belli aralıklarla sorgu sürdü. Eve gitmeme izin verdiler ama gözetleme altında olduğumu da özenle hissettirdiler. İstanbul Valiliğinin alt katında garip, metruk yerler var, kaybolsan izin bile bulunmaz. Bir iki defa oraya aldılar, ama sair zamanda kafeteryada, kebapçıda oturup “sohbet” ediyoruz. Sivil arabayla birkaç defa bir yerlere gittik, trafik polisleri selam duruyor.

Ocak ayında bir gün “büyüklerimiz de seni sorguya çekecek” dediler, telaş içinde. Arabaya binildi, gözlerimi bağlayıp yere çömelttiler. Anladığım kadarıyla Boğaz köprüsünden iki veya üç kere geçtik. Bahçe içinde karanlık bir eve girdik. Gözbağını çıkartmadan, bir çömeltip bir yürüterek alt katlarda bir hücreye aldılar. Kemerimle bağcıklarımı çıkarttırdılar, cebimdeki her şeyi de “eğer çıkarsan geri veririz” deyip aldılar. Kilit kelime, “eğer”.

İki saat gözüm bağlı bekledikten sonra sorguya alındım. Penceresiz büyük bir oda, ortada tahta bir sandalyede ben, aynen filmlerdeki gibi, karşımda iki sorgucu. Biri belli ki kötü polis rolünde, aptal aptal laflar edip beni kışkırtmaya çalışıyor: “Asalacısın hadi itiraf et, pişmanlık yasasından faydalan.” Öteki az konuşuyor, ama yüzüne bakar bakmaz görülüyor ki zeki ve mütehakkim biri, makamdan değil kişilikten gelen otoriteye sahip; rafine Türkçe konuşuyor. “Bu adamla aramızda sınıfsal dayanışma var, bundan bana zarar gelmez” diye düşündüm. Rahat olmaya karar verdim.

Kaç dil bildiğimi sordu, her birini uzun uzun ayrıntılı olarak deşti. Seyahatlerimi sordu, özellikle Güney Amerika üzerinde durdu. “Ermeni milliyetçisi misin?” dedi. Milliyetçiliğin her türlüsünün ahmaklık olduğunu düşündüğümü söyledim, Türkiye’den örnekler vererek. Atatürk? Atatürk milliyetçiliği denen şeyin birleştirici ve insancıl bir ideoloji olduğunu düşünmediğimi söyledim, açık ve net. “O zaman sen masonsun” dedi. Hadi, çattık belaya, kominist değilsen asalacı, asalacı değilsen masonsun! Valla billa değilim dedim, inandırıcı olmaya çalışarak. Hatta masonlara dair atıp tuttum, kıt bilgimle.

Peki dediler, sen git askerliğini yap. Dönüşte görüşürüz. Askerde tabii başımıza başka belalar geldi, hapislere düştük, gazetelere çıktık. Dönüşte bir daha ne aradılar, ne sordular.

*

İki sene sonra hayret verici bir şekilde bütün gazetelerde MİT müsteşar yardımcısı Hiram Abas’ın fotoğrafı çıkmaya başladı. Kültürlü sorgucumu derhal tanıdım. Birkaç ay sonra da sokak ortasında vurup öldürdüler. Yıl 1990.

“Hiram” adının ne anlama geldiğini o zaman da farketmedim. Jeton birkaç yıl sonra Mehmet Eymür’ün kitabını okuyunca düştü. Meğer “buradan sağ çıkmam herhalde” dediğim sorgu bir çeşit iş mülakatıymış. Mason değilim diye yırtınmama çok gülmüşlerdir herhalde.

14 Kasım 2008 Cuma

Bir dil bir insan

Resmi törenlerden oldum olası nefret ederim. Lise sondayız, 10 Kasım törenine katılmayanı asarız keseriz diye ilan ettiler. Ümit Yalçın’la beraber hemen arazi olduk, müzik kütüphanesinin kuytu kısmına sığındık. Bir yandan Stravinski’nin Oedipus Rex’ini dinliyoruz, bir yandan muhabbet ediyoruz. Konu Latince’ye geldi. Bu dili öğrenmek lazım dedik, cehalet kötü şey. Aradık, baktık, tozlu raflarda nefis bir kitap: Liseler İçin Dört Yıllık Latince! Bindokuzyüzkırk küsurdan beri kimse ellememiş. Hazine.

Ondan sonraki bir ay boyunca kapandım. Okulu mokulu boş verdim. Bir kere müthiş rasyonel bir dil, grameri harikulade. Az kelimeyle çok şey anlatma gücü var. Sonra sistemi bir kez kavrayınca, İngilizce’den tonla kelime çıkartabiliyorsun. Neyse, yanlış hatırlamıyorsam 17 Aralık mı ne, Amerikan üniversiteleri için giriş sınavları vardı. Seçmeli üç konudan birini Latince olarak aldım. Beni bile hayrete düşüren bir puanla çıktım.

Üniversitedeyken fırsat buldukça devam ettim. Dünyanın en fırlama hocası Victor Bers’ten Latin Lirik Şiiri aldım, Catullus’un belden aşağı dörtlüklerini eğlenerek okuduk. Bir dönem Post-klasik Latince aldım. Lisansüstündeyken bir ara Christoph Besold adlı 17. yüzyılda yaşamış bir Almanın siyaset kuramı üstüne bin küsur sayfalık Latince kitabıyla uğraştım. Koca Amerika’da kitabın 1628 basımı tek nüshası varmış, Kongre Kütüphanesinden kayınpederin sevgilisi Elaine’in torpiliyle rica minnet çıkartıldı, dört beş ay o kitapla yatıp kalktım.

Bunları anlatmaktan maksadım, demek ki onkasım törenlerinin de insana bir faydası olabiliyormuş, dolaylı da olsa.

*

Latince bilince, hele Fransızcan da varsa, İtalyancası, İspanyolcası, Portekizcesi vs. çocuk oyuncağı. İki haftada hakkından geliyorsun. Tabii konuşmak başka, o zor. Ama bir makaleyi okuyup iyi kötü ne dediğini anlıyorsun.

1980’de CB ile Meksikaya gittik, o kasaba senin bu taşra benim dolaşıyoruz. İspanyolcam var tabii, ama konuşmaya cesaretim yok. CB dili biliyor, lazım oldukça ben onun arkasına sığınıyorum.

Colima adlı şehirde allahlık bir handa gece çişe kalktım. Avluda 8-10 adam oturmuş, içiyorlar. Beni görünce “Gel Gringo sen de otur” dediler. İspanyolca bilmem, kem, küm, para etmedi. Üstümde atlet fanila, zorla oturttular, tekilayı da dayadılar. “Söyle bakalım hükümet partisinin kurduğu pazarcılar sendikasına girelim mi girmeyelim mi?” Ortam keyifli, tekila güçlü, kolaysa kaç!

Sabah gün ışırken bülbül gibi İspanyolca konuşuyordum. Körkütük sarhoş Meksikalı pazarcılarla siyaset üstüne ahkâm kesecek kadar, en azından.