25 Şubat 2009 Çarşamba

Domuz Semra

Polonezköy’de gördük, dayanamadık aldık. Eve getirdiğimizde kedi kadardı ve soğuktan titriyordu. Biberonla besledik. Sekiz ayda yüz kiloyu buldu, pembe ciltli görkemli bir yaratık oldu. Sene 1988 olduğundan adını haliyle Semra koyduk.

Önyargılarınızı unutun: temiz bir hayvan. İkinci gün gitti bahçenin en uzak köşesine pisledi, bir daha da oradan şaşmadı. En büyük eğlencesi çeşmenin yalağında çamur banyosu yapmaktı. Hortumla üstüne su sıkınca isterik kızlar gibi haykırır, zevkten sıçrayıp tepinirdi.

Bebek’te bir gurme

Damak zevki şaşılacak kadar insana benziyordu. Sulu yemeklere, özellikle İzmir köftesi ile patlıcan musakkaya bayılırdı. Şeftalinin önce olgununu yer, sonra yüzünü buruşturarak kalan hamlara tenezzül ederdi. Çikolataya, gofrete, baklavaya, haşlanmış mısıra, balıklardan lüfere, ezo gelin çorbasına hayrandı. Ot asla yemedi, ama marula diyeceği yoktu. Baktık başa çıkamayacağız, Bebek’teki bellibaşlı sosyetik restoranlarla anlaşıp döküntülerini almaya başladık. En çok Çin yemeklerini ve tiramisuyu beğendi. Doymak bilmez bir iştahı vardı. Sonlara doğru bir oturuşta on kiloluk bir kazan mercimek çorbasına doğranmış beş ekmek yediğini, sonra bir saat uyuyup gene aç kalktığını bilirim.

Beş şişe bira içip bana mısın demedi, ama bir şişe şaraptan sonra ayakları dolanıp sırtüstü devrildikten sonra felsefi bir tavırla iç geçirmesi unutulacak sahnelerden değildi. Buna karşılık rakıyı sevmedi, kahveye de burun kıvırdı.

İflah olmaz bir sevgi arsızı idi. Başını okşayınca sırtüstü yatar, teker teker bacaklarını kaldırıp altının gıdıklanmasını talep eder, yapmayınca sinirlenip söylenirdi. Sabah yanına uğramadan evden çıkıp gitsek akşam mutlaka küslük yapar, sırtını dönüp homurdanırdı: işin yoksa yalvar, okşa, gıdıkla, dut ikram et, hanımefendinin keyfi gelsin.

Acı son

Altı aylıktan sonra huyu değişmeye başladı, bunalıma girdi. Gece sabahlara kadar bahçede dolanıp ağladığı günler oldu. Anladık ki yalnızlık çekiyor. Bulalım bir kocacık dedik, ama doğrusu göze alamadık. Bunların cinsel taklavatları da inanılmaz bir şekilde insana benziyor. Acaba çeşitli dinlerde görülen domuz tabusunun nedeni bu olabilir mi diye düşünmedik değil. Etleri de insan etine çok benzermiş, yiyenler öyle diyor.

Sonunda bir gece kaçmış. Gitmiş Etiler yokuşunun tam orta yerinde durmuş. Trafik tabii kilitlenmiş, arabadan inip fotoğraf çekenler, tutup götürmeye çalışanlar, tekbir getirenler olmuş. Komşumuz olan bir Rizeli amca vardı, o kurtarmış. Gittik konuştuk. Ben hayvanları severim, bana verin dedi. E canımıza minnet, verdik gitti. Elli kiloluk mısır çuvalını da üstüne hediye ettik.

Bir hafta sonra adamın kızı geldi, domuzunuzu geri alın dedi. Amca kalp krizi geçirip ölmüş.

Ben o gün bir seyahat için Avrupa’ya gidiyorum, tesadüf. Gabriele zaten hayvandan illallah demiş, Semra’cıkla beraber beni kapıdışarı etmesi an meselesi. Kader utansın dedik, jamboncu Çerkezo’yu aradık. Yarım saat sonra kamyonetle geldiler, götürdüler, o günün parasıyla iyi bir para da ödediler.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Oral Otel

(Agos 07.11.2008)

Memlekete yaptığımız değerli hizmetlerden biri de Oral Otel hadisesinden sonra Turizm Bakanlığı belgeli otellerde evlilik cüzdanı uygulamasına son verilmesi olmuştur. Şapka devrimi kadar olmasa da, medeniyete bir katkı sayılır.

O dönemde Gabriele ile beraberim. Yolumuz Erzurum’a düştü, hem Turizm Bakanlığı’nın misafiriyiz, Alman televizyonuna Türkiye’yi tanıtan bir film yapıyoruz, rezervasyonu da bakanlıktan yapmışlar. Resepsiyonda yine cüzdan sordular. Allah kahretsin dedik, iki oda verin. Yorgunluktan ölmüşüz, yatıp uyumaktan başka bir düşündüğümüz yok, ama kulağımızdan da pis pis fısıltılar kaçmadı: “Ermeni”, “fuhuş”, daha ağır sözler.

Sabahın dördünde telefon çaldı, “beyefendi aşağıya iner misiniz?” Öbür odayı aramışlar, boş olduğunu tesbit etmişler, suçumuz sabit. Giyinip indim, uçkur saplantısı ile ahlak arasındaki ilişkiyi irdeleyen felsefi sözler söyledim biraz sert bir sesle. Beş kişi girişip bir güzel hırpaladılar, gözlük filan kırıldı.

Gabriele Alman, böyle şeylere alışık değil. Derhal Alman büyükelçiliği alarma geçirildi. Günlerden Kurban Bayramının ilk günü olduğu halde Türk Dışişlerinin Basın Yayın Genel Müdürü apar topar bakanlığa çağrıldı. Time dergisinin muhabiri sabah ilk uçakla atlayıp Erzurum’a geldi. Gelen polislere “şikâyetçiyiz” dedik. Oral’cılar büsbütün şaşkın: hem suçluyuz, “fuhuş” yapmışız, mevzuyu kapatalım da basına çıkmasın diye yalvaracağımıza üstelik şikâyetçi oluyoruz! “Biz de şikâyetçiyiz” dediler.

Hastaneye gittik. Alkol testi yapıldı, temiz çıktım. Hanımefendiyi de alacağız dediler. Neymiş? Bekâret kontrolü yapılacakmış. Fuhuş soruşturmasında zorunluymuş, kaçarı yokmuş, gerekirse zorla yaparlarmış. Peki dedik, çaresiz. Bakire çıkmadı, ama fuhuş yapmadığımız da imzalı mühürlü hastane raporuyla tescil edildi.

O yıllar Nokta dergisinin parlak devri. İki gün sonra bizim olay çarşaf kadar Nokta’da çıktı. Bayram ertesi Turizm Bakanı Sn. Mesut Yılmaz’dan, buram buram riya kokan bir özürname geldi. Sonradan duyduk ki, “o Ermeni’nin Türkiye’ye karşı komplosudur” diye yakın çevresine bir hayli söylenmiş. Ama gereğini de yapmış. Oral Otel üç gün kapatma cezası aldı. Bakanlık belgeli tüm tesislere gönderilen bir genelgeyle, turistik otellerde evlenme cüzdanı sorma uygulaması kesin bir dille yasaklandı.

*

Bu olaydan üç dört ay sonra bu sefer Kuşadası’ndayız. Gecenin yarısı bir saatte yıldızlı bir otele girdik. Gece nöbetçisi tıfıl bir oğlan, tutturdu “evlenme cüzdanı” diye. “Delikanlı” dedim, “müdürünü ara sor bakalım bu isimler bir şey ifade ediyor mu?” Adamcağızın gecenin o saatinde yatağından fırlayıp otelin kapısında bitivermesi görülmeye değerdi. Çaylar kahveler yanardönerli meyve tabakları ısmarlandı, Oral Otel kahramanlarının gönlü alındı.

Bu anlattığım Küçük Oteller Kitabından da, bizim otelciliğe soyunmamızdan da, nereden baksan on oniki sene önce. Eski hikâye.

6 Şubat 2009 Cuma

Nasıl Sözlükçü Oldum

Askeri cezaevinde vakit nasıl geçer? 1986’da Ali Nesin’le beraber vakit öldürmek için Türkçedeki Arapça kelimelerin köklere göre dökümünü yapalım dedik. Kitap, kâtip, mektup, mektep. İlim, alim, malum, muallim. Şekil, eşkal, teşkil, teşekkül. Velet, evlat, valide, tevellüt. Birkaç hafta çok eğlendik, ufkumuz gelişti, zihnimiz açıldı. Çıktıktan sonra bunu kitap yapalım dedik, ama tabii kısmet olmadı, öyle kaldı. Zaten Ali’nin niyeti başka, benim sabah akşam kaçış planları yapmamdan feci ürküyor, aklımı başka yere çelmek için yapmayacağı marifet yok.

Sonra 1989’du galiba, bir sohbette Türkçedeki Rumca kelimeler konusu açıldı. Oturdum 200-300 kelimelik bir liste yaptım. Neler yok ki? Fesleğen, hülya, kutu, anahtar, avlu, biber, sınır vs. O liste elden ele dolaştı. Kaynak maynak belirtmeden gazetelere bile çıktı. E dedik, demek ki insanlar bu konulara meraklıymış.

Esas zihnimi ateşleyen olay 94’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken dil devrimi hakkında düşünmek oldu. Adamlar diyor ki Türkçe “halk dili” Öztürkçedir, dolayısıyla dilimizden yabancı kelimeleri atarsak yazı dili halk diline yaklaşır, Memo ile İbo daha güzel anlarlar. Bre kelek, Memo ile İbo da Arapçadır diye başladım. Sonra Türkçe’nin en gündelik katmanına girmiş olan yabancı kökenli kelimelerin listesini çıkarmaya giriştim. Yanlış Cumhuriyet’in işi bitince de bunu bir sözlük haline getirmeye karar verdim.

Siyasetten ilme

Demek ki neymiş? İdeolojik bir hırsla işe girişmişim. Baştaki niyetim de zaten o kadar iddialı bir şey değil, Türkçedeki yabancı asıllı kelimeleri dökmek, o kadar.

1995 yazında başladım, dört-beş sene boş vakit buldukça bununla oyalandım. Yavaş yavaş konu çatallaştı. Arapça kelimeleri dökmek yetmiyor, bunların birçoğu Türkçede aslından ayrı anlamlar kazanmışlar, onları da belirtmek lazım. Yunanca kelimeleri dökmek yetmiyor, bunların bir kısmı direkt Rumcadan alınmış, bir kısmı Arapça üzerinden gelmiş, birçoğu da modern devirde Batı dillerinden aktarılmış. Ayırmak lazım. Sonra Farsça bilmem, mecburen oturup işime yarayacak kadar Farsça öğrenmek zorunda kaldım. Osmanlı yazarlarının bir kötü huyu var, aslını bilmedikleri kelimeleri “Farsçadır” deyip geçmişler. Pergûle de Farsça olmuş, trabzan da, pezevenk de. Onları çözmeye çalıştıkça ister istemez hakiki kaynaklara inmeye, Farsçanın da geçmişini çalışmaya başlıyorsun. Battıkça battım. Kitaplar masanın kenarına dağ gibi yığıldıkça marangozu çağırıp raf yaptırıyorum. Müjde odaya girmekten korkuyor, bunlar bir gün başına devrilirse gömülüp gideceksin, seni bulamayacağız diyor.

İşin bir aşamasında esas Türkçe kelime hazinesini işe katmadıkça çalışmanın eksik kalacağını anladım. Kilit olay sanırım Hasan Eren’in 98’de Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü gibi breh breh bir isimle yayınladığı kolaj çalışmasıydı. Arapça ile Farsçadan habersiz, muhtemelen Fransızca bile bilmeyen, bilmediği şeyi sözlükten bakmaya üşenen bir ideoloji memuru bu işe soyunabiliyorsa ben niye yapmayayım diye düşündüğümü hatırlıyorum.

2000 yazında Ortaasya Türkçesiyle tanıştım. Üç dört ay Divan-ı Lugat-i Türk’le yatıp kalktım, ki muazzam bir sözlüktür, Arap sözlükçülüğünün (yes!) büyük şaheserlerinden biridir. Yeni deryalara açılmış gibi oldum. Etrafımdaki insanların kafasını aylarca bununla şişirdim. Yanmakla yakmanın ilişkisi nedir? Çalmaktan çalışmak nasıl olur? Dolmaktaki le’nin işlevi nedir? Sapan ne demektir, kim nereye sapıyor?

Adaletin faydaları

2001’de gene hapse girince “tamam” dedim, “fırsat bu fırsattır”. Hikmet Sami Türk sağolsun, bilgisayarımı yanıma almama izin verdiler. Üç kitap, beş kitap derken Selçuk Kapalı Cezaevinin idare odasını iyice işgal edip yerleştim. Günde net 14 saat çalışıyorum. Gariban gardiyanlar odaya ürke korka giriyorlar, “hocam rahatsız etmezsek bir yazı yazmamız lazım” diye. Sakal göğsüme inmiş, koca koca Arapça, Osmanlıca kitaplar karıştırıyorum, evliyadır herhalde diye karar verdiler, üstelik de gâvur, iyice kafaları karıştı. Cengiz gardiyan sabahın üçüne kadar dış kapıda nöbet tutuyor, savcı efendi gelip benim o saatte halâ çalıştığımı görmesin diye. Nizamnameye göre akşam saat beşte koğuşa kapatılıp kilitlenmemiz gerekiyor çünkü. Yakalanırsam gardiyanlar yanar.

Hapisteyken en büyük keşif Hintavrupa literatürünü tanımam oldu. Adamlar 180 sene çalışmışlar, bütün Avrupa ve Hint-Fars dillerinin atası olan ölmüş dili sıfırdan inşa etmişler. Dibilim teorisiyle o zaman tanıştım. Joyce sağolsun Boğaziçi kütüphanesinden Clauson’un Ortaasya Türkçesi etimolojisini gönderdi, o da ayrı bir ufuk açtı. Kargacık burgacık büyük boy bin sayfa, roman okur gibi okudum. Koğuştaki dolandırıcı arkadaşla tecavüzcü Aydın’a çalmak ve çarpmak fiillerinin inceliklerini anlatıyorum, ağızları açık dinliyorlar.

(Devamı gelecek hafta)

Nasıl Sözlükçü Oldum - II

(Geçen haftaki yazısında yazarımız işi gücü bırakıp etimoloji sözlüğü yazmaya girişmiş, Selçuk Cezaevindeki gardiyan ve mahkûmları da çalışmalarına ortak etmiştir.)

Susurluk’tan doğan kitap

Hapisteki yedinci ayımda Susurluk mahkûmlarından üçü bize komşu geldi. Mecburen tanıştık, sohbet ilerledi, sosyal bir ortam doğdu. Onlar da merak ettiler, bütün gün yukarıda nefes almadan ne çalışıyorsun diye. Ben anlattıkça merakları artıyor, sordukça soruyorlar. Meslekleri katillik, olabilir, daha ne meslekler var; ama mesai dışında zekice, normal insanlar. Üstelik uç meslekler yapan insanlara özgü bir tür zihin açıklığına da sahipler; Hasan Eren’lerden iyidir gene. Bari şunlara anlattığım dille bir şeyler yazayım dedim. Geceyarısından sonra yazdığım fıkralardan Elifin Öküzü kitabı doğdu. Sözlüğe şimdilik 14 yılda kaba hesap onbeşbin saat mesai harcamışımdır herhalde. Elifin Öküzü dört haftada yazıldı. Sözlüğün iki misli para kazandı.

Para dediğim de, evlere gündelikçi gitsem bunun otuz katını kazanırdım aşağı yukarı. Gene de Allah bereket versin, yayınevinden durduk yerde bir bin lira geldiğinde insan mutlu oluyor, eş dost yemeğe filan gidiliyor.

Cahil cesareti

Hapisten çıkınca sözlüğü basmaya karar verdim. Çünkü basmasam bir daha o çalışma temposunu tutturabileceğim şüpheli. İş var, güç var, çoluk çocuk var, sorumluluk var. Sen unutsan da etraftakiler hatırlatır, boş iş için bu kadar uğraşıyorsun, çalış da bir baltaya sap ol derler.

Şimdi dönüp bakıyorum da, o cesaret ancak cehaletten gelebilirmiş. Bilgi sonsuz bir deniz: aylar yıllar boyu kürek çekiyorsun, baktığında bir arpa boyu yol gitmemişsin. Açıldıkça cehaletini daha iyi anlıyorsun; denizin sonsuzluğunu daha büyük dehşetle kavrıyorsun. Adam Oxford English Dictionary’yi yazmak için 40 sene çalışmış; 75.000 (yazıyla yetmişbeşbin) kişiyle yazışmış. Eh, Cumhuriyet dedikleri 80 küsur yıl oldu, yapsalardı bir şey deyip kendini avutmaktan başka çare yok.

Her başarı bir tuzaktır

Kitap çıktı, malum goygoycular dışında herkes beğendi. Ama ben sadece eksikleri ve yanlışları görüyorum. Kendini bir kere bağlamışsın, artık kaçamazsın da. Mecburen gene yumuldum. Bir seneye yakın Arapçanın geçmişiyle uğraştım; Aramice, İbranice ve eski Asur diliyle cebelleştim. Türkçede üçbinden fazla Arapça kelime var; Arapçanın eski akrabalarını tanımadan bunların çoğunu analiz etmek mümkün değil. Felek Asurice’de çark demekmiş; heykel aslında saray ve tapınak demekken nasıl anlam değiştirmiş; kâfir ile kefaretin alakası nedir, bunlarla uğraştım.

Sonra Moğolcaya sardım. Orada bir süre yanlış yollarda oyalandım. Moğolcada Türkçeye benzer binlerce kelime var. Bunların ortak kökten gelen kuzenler değil, bundan aşağı yukarı ikibin yıl önce o zamanki Türkçeden alınmış sözcükler olduğunu daha yeni anladım. Gene ufuklar açıldı.

Posteki saymak

Türkçenin tarihini bilmeden köken analizine girmek donkişotça bir iş. Bir kelimenin yapısını anlamak için önce o kelime ne zaman çıkmış, hangi anlamda kullanılmış, nasıl evrilmiş, onu bilmek lazım. Bu sefer oturup, delinin posteki sayması misali, her kelimenin Türkçede ilk kaydedildiği tarihi aramaya başladım. Anadolu Türkçesinde yazılmış ilk tasavvuf şiirlerini, Ortaasya Türkçesinde yazılmış Kuran tefsirlerini, Osmanlı tarihçilerini, 18. yüzyıla ait yemek kitaplarını, 19. yüzyılda çıkan gazeteleri, 1950 ve 60’ların Hayat dergisi koleksiyonlarını baştan başa okudum; kelime listeleri çıkardım. Meninski’nin, Asım’ın, Ahmet Vefik Paşa’nın, Şemseddin Sami’nin sözlüklerini neredeyse ezberledim. Sahaflardan Türk Dil Kurumu sözlüğünün 1945’ten bu yana bütün eski baskılarını buluşturup her kelime ilk hangi baskıda çıkmış diye baktım. O çalışma da şu günlerde galiba sonuna yaklaşıyor.

Sözlüğün en zayıf tarafı esas Türkçe kısmıdır, fena halde farkındayım. Sebebi aslında basit. Bir kere çalışmaya ilk başlama mantığı gereği “öz” Türkçeyi uzun süre ihmal ettim. Biraz yama gibi durdu. İkincisi, bizde “Türkolog” diye geçinenleri okudukça adamların ideolojik saplantılarına illet oldum. Bunların her dediği, aksi kanıtlanmadıkça yalandır gibi bir yargıya kapıldım. Sonra sonra farkettim ki Türkoloji bunlardan ibaret değil, dışarıda ciddi eserler ortaya koymuş adamlar var. İçeride de son on-onbeş yılda düzgün işler yapılıyor, Mehmet Ölmez filan. (Talat Tekin’i de unutmamalı.)

Marcel Erdal’ın kitapları bir senedir başucumdaki rafta kötü kötü bana bakıyordu. Sonunda cesaret ettim, okudum, ne kadar cahil olduğuma bir kere daha hayret etme fırsatı buldum. Old Turkic Word Formation, muazzam bir eser, ama “uzman değilsen git öl” diliyle yazılmış. Mecbur, uzman olmasam da okuduğumu anlayacak seviyeye geldim. Dördüncü baskıda Öz Türkçe kelimelerimde de fazla hata bulamayacaklar diye umuyorum.

Proto-Türkçe dedikleri, en eski yazılı dönem öncesi Türkçe kısmı hala eksik. Starostin ve Décsy ekolünün çalışmalarından haberim var, ama bana pek o kadar inandırıcı gelmiyor. Sıra ona da gelir inşallah.

Geçen yazdan beri, malum, sosyal hayattan birazcık elimi çektim. Üniversiteye ara verdim, İstanbul’a gidip gelmeyi asgariye indirdim. Hatun işleri de kesat. Günde 14 saat olmasa da net beş-altı saat sözlüğe çalışabiliyorum. İyi geliyor.

Ne uğraşırsın be adam

İşin yok mu be adam diyenlere cevabım nedir, bilmiyorum. Şunlar olabilir.

Bir kere iptila. İnsanlar balli koklamaya bile müptela olabiliyor, kelimeleri koklamak da öyle bir şey. Başladın mı bırakamıyorsun.

İkincisi sanırım psikoloji ile alakalı. Türkçe anadilim değil. Gerçi üç-dört yaşımdan beri en çok kullandığım, en iyi bildiğim dil. Son otuz senede Ermenice on kitap okumuşsam, Türkçe beşbini geçmiştir rahat. Gene de insan hep “öğrenme” modunda kalıyor, bu dili yeterince bilmiyorum duygusunu bir türlü aşamıyor. Bir şekilde olaya “dışarıdan”, turist gibi bakmaya devam ediyor, “aa ne ilginç” diye diye geziyor. Vatanmilletçi takımını asıl kızdıran da bu galiba. Sen benim atalarımın dilini, yalan yanlış oluşturduğum kimliğin temelini, cehaletimin yegâne istinatgâhını nasıl böyle kurcalarsın diye, için için kaynıyorlar.

Memlekete faydalı bir iş yapmak da güzel bir duygu ayrıca.

Soros para vermiyor. Matematik Köyü için istedik, git işine dediler.

_______________

Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü, 3. basım, Adam Yayınları, halâ mevcut. Kitapçılarda tek tük bulunuyor. Dördüncü basım birkaç ay sonra çıkacak. Elifin Öküzü’nün yeni baskısı Kırmızı Yayınlarından çıktı.