18 Aralık 2008 Perşembe

Gence Kaplanı Rasim Beğ

Erivan’da birkaç gün kalıp Bakü’ye geçtim. 1990 Kasım ayı, Sovyetler Birliği daha hayatta ama günlerinin sayılı olduğu belli. Karabağ’da çatışmalar çığrından çıkmış. Sumgait olayından sonra yüzbinlerce Ermeni evini barkını bırakıp Azerbaycan’dan kaçmış. Misilleme olarak Ermenistan’daki Azerilerin terörize edildiği anlatılıyor. İnsanlar gergin, duygusallık had safhada.

Dış dünyadan gelen insanlar o günlerde Sovyet ülkelerinin her yerinde halâ sanki kırk yıldır kayıp akrabaymış gibi karşılanıyor, bağırlara basılıyor. Tiflis’ten tanıdığım bir Azerinin arkadaşının akrabasını aradım, ondan sonra bir ikram, bir izzet, bir sevgi seli ki anlatılır gibi değil. Evlere misafir ediliyorum, sabah, öğlen, ikindi, akşam sofralar kuruluyor, gardaş muhabbeti yapılıyor. Tabii adımın Nişanyan olduğunu bilen yok. Burada anlatması uzun sürecek sebeplerle, pasaportumda da yazmıyor.

Gel seni bizim partiye götürelim dediler. Müsavat Partisiymiş, bizim 70’lerdeki sol dergi lokalleri gibi bir yer. Giren çıkan bellisiz, kül tablaları tepeleme dolu, birtakım esmer ve ciddi gençler harıl harıl inqılab hazırlıyorlar. Duvarda uluyan bozkurt posteri, Türk büyüklerinin portreleri, en büyüğü de Alpaslan Türkeş. Gence halk hareketinin önderi, Gence Kaplanı Rasim Beğle tanıştırdılar. Derhal kanım kaynadı: ötekiler gibi dogmatik bir hayal aleminde değil, hayatı tanıyan biri, halk adamı. Fena halde bizim Ömer Laçiner’e benziyor, hem tipi hem tavrıyla: mütehakkim, inceden alaycı, karşısında zeki birini bulmaktan belli ki o da hoşnut. Uzun süre Sibirya’da hapiste kalmış, şimdi de KGB yine peşindeymiş. Sohbet derinleşti, gece yatıya evine çağırdı. Otelde kalmam olmazmış, ayıpmış. Peki dedim, reddetmek imkânsız.

Evde başbaşa sabaha kadar oturduk. Birinci votkanın dibi göründükten sonra anlattı. Gence’de sekiz mi, onsekiz mi Ermeni “kaybolmuş”, bu olayın sorumlusu olarak yargılanıyormuş. “Doğru mu?” dedim, deştim. İnkâr etti, uzun uzun Ermeni mücadelesinin teorik yönünü izah etmeye başladı. Aslında Kafkasya birliğini savunurlarmış. Esas düşman Rusmuş, Azeri-Ermeni çatışmasını körükleyen de Rusya’ymış. Milli konulardaki tavrı, bizdeki benzerlerine oranla şaşılacak kadar medeni ve esnekti. Ne de olsa bizdeki gibi 70 sene beyinlerine faşizm kazınmamış, hem Ermenilerle iyi kötü içiçe yaşamışlar: kasabanda her gün rastlaştığın adamı “şeytan” saymak zordur.

Anladı mı bilmiyorum. Ben olsam anlardım, gözüm kaşım tavrım öyle kolay kamufle edilecek şeyler değil. Ama anladıysa da bozuntuya vermedi. Sabah öpüştük koklaştık ayrıldık.

*

Ertesi gün Bakü radyosunda röportaja çağırdılar, Erivan izlenimlerimi anlatayım diye. Stüdyoda beş altı tane genç kız, cıvıl cıvıl, etrafımı sardı. Bir tanesi hiç vakit kaybetmeden konuya girdi. “Aa, İstanbulluseen? Zenginseen? Benle evlenirseen?” Kem küm ettim, kaçtım.

28 Kasım 2008 Cuma

Vatan Kurtaran Kaymakam

Ben hapse girip çıktıktan sonra Şirince’de iyi kötü bir ateşkes teessüs etti. Müze müdürü kovuldu, esas çıban başı gitmiş oldu. Herkeste benim haksızlığa uğradığıma dair bir kanı oluştu. Kaymakamlığın kapı kulları bile çarşıda beni görünce selam verip hatır sormaya başladılar. Ben içerideyken aleyhime zehir zemberek bildirilere imza vermiş adamlar “Sevan abi biz aslında seni çok severiz, çocukken arkadaşım vardı, adı Agoptu” muhabbeti yapmaya başladılar.

3 Ocak 2004’te jandarmadan bir astsubay otele geldi. “Sevan Bey kötü haberim var, mühürleyeceğiz” dedi. Eyvah, başa sardık gene! Kaymakamın kesin talimatı varmış, ruhsatsız olduğu için kapatılacakmış, gerekirse zor kullanacaklarmış.

Peki dedim, şu kanunun şu maddesine göre bana bir gün müsaade. Ertesi gün beş tane televizyon, on tane gazete muhabiri kapıda, köyün en cırtlak sesli kadınları otele doluşmuş, jandarma geldiğinde bir yaygara koptu ki görmeye değer! “Çıkmıyorum” dedim, “yasadışı emirdir, tanımıyorum”. Meğer İzmir’deki alaydan takviye kuvvet getirmişler. İki otobüs dolusu silahlı asker, bir yüzbaşı, bilmem kaç tane astsubay, daldılar içeri. Çatır patır flaş yağmuru altında Müjde’yle beni karga tulumba dışarı çıkardılar. Kadınlar çığlık çığlığa bağırıyor. Onları yatıştırmak da bana düştü, yoksa olay kontrolden çıkacak, tehlikeli olabilir.

Ertesi gün köyde ruhsatsız olduğunu bildiğim 42 işletmenin her biri için görevi ihmal ve suiistimalden kaymakam aleyhine 42 tane suç duyurusu yazdım. Birer nüsha savcılığa, birer nüsha da bilgi için kaymakamlık kalemine vedim. Tatil için çıkıp Hindistan’a gittim.

*

Döndük ki ortalık karmakarışık. Kaymakam bey emir vermiş, mecbur, ruhsatsız işletmeler kapatılsın diye. Ama jandarma işlem yapmıyor, danışıklı döğüş. Yüzbaşıya gittim, derhal hepsini kapatmazsa kendisi hakkında da dilekçe vermek zorunda kalacağımı, bunu yapmak istemediğimi, ama mecbur kalırsam yapacağımı söyledim. İstifini bozmaz göründü, ama Agop masalı anlatma ihtiyacı duydu. Defans hamlesidir, surda çatlak var demektir!

Eş dost kaymakamı dilekçe yağmuruna tuttular. Adam yüzsüzün teki, cevap yazmış, ruhsat işlerine jandarma bakar, onların tasarrufudur, benim hiç alakam yoktur diye. Kritik hamle işte buydu. Tanıdık jandarmalara, hiç önemsemezmiş gibi, kaymakamın yazdığı yazıyı gösterdim. İlla fotokopi istediler, “ay vallahi bilmem ki” diye naz yapıp, verdim. O gün jandarma bölüğü hop oturup hop kalkmış, vay puşt, vay ahlaksız, vay yalancı, olayı bize yıkmaya çalışıyor diye. Yüzbaşı kaymakamla selamı sabahı kesti, aylarca küs oldular. Beni çağırıp işin aslını anlattı. Meğer benim bir sebeple kavga ettiğim biri gitmiş uzun uzun kaymakamı doldurmuş, bu adam şöyle vatan hainidir, şöyle ahlaksızdır diye. Kaymakam da şiştikçe şişmiş, vatanı kurtarmaya karar vermiş. Yılbaşı gecesi aile gazinosunda bölük komutanını çağırıp “kapatamadınız şu Ermeni’nin yerini, tüh size” diye söylenmiş. Onlar da mecbur, işlem yapmışlar. Hadise bundan ibaretmiş.

İşin ardı çorap söküğü gibi geldi. Jandarma, kaymakamlığın emri doğrultusunda Şirince’deki bütün ruhsatsız işletmeleri kapatma kararını uygulamaya başladı. İkinci gün valilikten gelen emirle işlem durduruldu; bütün işletmeler açıldı, bizimki dahil. Şah, mat.

*

Bu seferki dersimiz nedir, görelim.

Soğukkanlılığı elden bırakmayacaksın, bu BİR. Sakin olan kazanır. İKİ: Bunlar korkak, aciz adamlardır. Biraz sıkıştıkları yerde, yanındakini satıp kendini kurtarmaya bakar. ÜÇ: Büyük komplolar, ciddi kararlar aramayacaksın. Kendinde güç vehmeden bir budala kadar tehlikelisi yoktur.

Hrant’ı yakan da, bana sorarsanız, aynı tehlikedir. Diyaloğu neredeyse duyar gibiyim. “Paşam, Atatürk’ün manevi kızına dil uzatmış, yaa, maalesef. ” “Vay hergele! Gereğini yapın!”

Yarın emekli olduğunda gelir senin yanına, bütün sırnaşıklığıyla iş dilenir, Agop muhabbeti yapar.

21 Kasım 2008 Cuma

Hiram Abas

New York’taki Türk konsolosluğundan 15 gün süreli uyduruk bir pasaport verdiler, kalktım memlekete döndüm, kalbim pır pır. Havaalanında sivil bir görevli karşıladı, arkalarda bir odaya götürdü, kimlik tesbiti, hafiften sorgu. Yanında gençten sevimli bir kadın, sessiz oturuyor. Sanırım standart prosedür: sorguya çekilen kişi ürkmesin, rahat hissetsin diye yanlarında bir kadın bulunduruyorlar. Elkitabında yazıyordur.

İki-üç ay kadar belli aralıklarla sorgu sürdü. Eve gitmeme izin verdiler ama gözetleme altında olduğumu da özenle hissettirdiler. İstanbul Valiliğinin alt katında garip, metruk yerler var, kaybolsan izin bile bulunmaz. Bir iki defa oraya aldılar, ama sair zamanda kafeteryada, kebapçıda oturup “sohbet” ediyoruz. Sivil arabayla birkaç defa bir yerlere gittik, trafik polisleri selam duruyor.

Ocak ayında bir gün “büyüklerimiz de seni sorguya çekecek” dediler, telaş içinde. Arabaya binildi, gözlerimi bağlayıp yere çömelttiler. Anladığım kadarıyla Boğaz köprüsünden iki veya üç kere geçtik. Bahçe içinde karanlık bir eve girdik. Gözbağını çıkartmadan, bir çömeltip bir yürüterek alt katlarda bir hücreye aldılar. Kemerimle bağcıklarımı çıkarttırdılar, cebimdeki her şeyi de “eğer çıkarsan geri veririz” deyip aldılar. Kilit kelime, “eğer”.

İki saat gözüm bağlı bekledikten sonra sorguya alındım. Penceresiz büyük bir oda, ortada tahta bir sandalyede ben, aynen filmlerdeki gibi, karşımda iki sorgucu. Biri belli ki kötü polis rolünde, aptal aptal laflar edip beni kışkırtmaya çalışıyor: “Asalacısın hadi itiraf et, pişmanlık yasasından faydalan.” Öteki az konuşuyor, ama yüzüne bakar bakmaz görülüyor ki zeki ve mütehakkim biri, makamdan değil kişilikten gelen otoriteye sahip; rafine Türkçe konuşuyor. “Bu adamla aramızda sınıfsal dayanışma var, bundan bana zarar gelmez” diye düşündüm. Rahat olmaya karar verdim.

Kaç dil bildiğimi sordu, her birini uzun uzun ayrıntılı olarak deşti. Seyahatlerimi sordu, özellikle Güney Amerika üzerinde durdu. “Ermeni milliyetçisi misin?” dedi. Milliyetçiliğin her türlüsünün ahmaklık olduğunu düşündüğümü söyledim, Türkiye’den örnekler vererek. Atatürk? Atatürk milliyetçiliği denen şeyin birleştirici ve insancıl bir ideoloji olduğunu düşünmediğimi söyledim, açık ve net. “O zaman sen masonsun” dedi. Hadi, çattık belaya, kominist değilsen asalacı, asalacı değilsen masonsun! Valla billa değilim dedim, inandırıcı olmaya çalışarak. Hatta masonlara dair atıp tuttum, kıt bilgimle.

Peki dediler, sen git askerliğini yap. Dönüşte görüşürüz. Askerde tabii başımıza başka belalar geldi, hapislere düştük, gazetelere çıktık. Dönüşte bir daha ne aradılar, ne sordular.

*

İki sene sonra hayret verici bir şekilde bütün gazetelerde MİT müsteşar yardımcısı Hiram Abas’ın fotoğrafı çıkmaya başladı. Kültürlü sorgucumu derhal tanıdım. Birkaç ay sonra da sokak ortasında vurup öldürdüler. Yıl 1990.

“Hiram” adının ne anlama geldiğini o zaman da farketmedim. Jeton birkaç yıl sonra Mehmet Eymür’ün kitabını okuyunca düştü. Meğer “buradan sağ çıkmam herhalde” dediğim sorgu bir çeşit iş mülakatıymış. Mason değilim diye yırtınmama çok gülmüşlerdir herhalde.

14 Kasım 2008 Cuma

Bir dil bir insan

Resmi törenlerden oldum olası nefret ederim. Lise sondayız, 10 Kasım törenine katılmayanı asarız keseriz diye ilan ettiler. Ümit Yalçın’la beraber hemen arazi olduk, müzik kütüphanesinin kuytu kısmına sığındık. Bir yandan Stravinski’nin Oedipus Rex’ini dinliyoruz, bir yandan muhabbet ediyoruz. Konu Latince’ye geldi. Bu dili öğrenmek lazım dedik, cehalet kötü şey. Aradık, baktık, tozlu raflarda nefis bir kitap: Liseler İçin Dört Yıllık Latince! Bindokuzyüzkırk küsurdan beri kimse ellememiş. Hazine.

Ondan sonraki bir ay boyunca kapandım. Okulu mokulu boş verdim. Bir kere müthiş rasyonel bir dil, grameri harikulade. Az kelimeyle çok şey anlatma gücü var. Sonra sistemi bir kez kavrayınca, İngilizce’den tonla kelime çıkartabiliyorsun. Neyse, yanlış hatırlamıyorsam 17 Aralık mı ne, Amerikan üniversiteleri için giriş sınavları vardı. Seçmeli üç konudan birini Latince olarak aldım. Beni bile hayrete düşüren bir puanla çıktım.

Üniversitedeyken fırsat buldukça devam ettim. Dünyanın en fırlama hocası Victor Bers’ten Latin Lirik Şiiri aldım, Catullus’un belden aşağı dörtlüklerini eğlenerek okuduk. Bir dönem Post-klasik Latince aldım. Lisansüstündeyken bir ara Christoph Besold adlı 17. yüzyılda yaşamış bir Almanın siyaset kuramı üstüne bin küsur sayfalık Latince kitabıyla uğraştım. Koca Amerika’da kitabın 1628 basımı tek nüshası varmış, Kongre Kütüphanesinden kayınpederin sevgilisi Elaine’in torpiliyle rica minnet çıkartıldı, dört beş ay o kitapla yatıp kalktım.

Bunları anlatmaktan maksadım, demek ki onkasım törenlerinin de insana bir faydası olabiliyormuş, dolaylı da olsa.

*

Latince bilince, hele Fransızcan da varsa, İtalyancası, İspanyolcası, Portekizcesi vs. çocuk oyuncağı. İki haftada hakkından geliyorsun. Tabii konuşmak başka, o zor. Ama bir makaleyi okuyup iyi kötü ne dediğini anlıyorsun.

1980’de CB ile Meksikaya gittik, o kasaba senin bu taşra benim dolaşıyoruz. İspanyolcam var tabii, ama konuşmaya cesaretim yok. CB dili biliyor, lazım oldukça ben onun arkasına sığınıyorum.

Colima adlı şehirde allahlık bir handa gece çişe kalktım. Avluda 8-10 adam oturmuş, içiyorlar. Beni görünce “Gel Gringo sen de otur” dediler. İspanyolca bilmem, kem, küm, para etmedi. Üstümde atlet fanila, zorla oturttular, tekilayı da dayadılar. “Söyle bakalım hükümet partisinin kurduğu pazarcılar sendikasına girelim mi girmeyelim mi?” Ortam keyifli, tekila güçlü, kolaysa kaç!

Sabah gün ışırken bülbül gibi İspanyolca konuşuyordum. Körkütük sarhoş Meksikalı pazarcılarla siyaset üstüne ahkâm kesecek kadar, en azından.

31 Ekim 2008 Cuma

Tanzot’ta yobazlık dersi

Tanzot köyüyle 1987 Kasımında tanıştım. Gabriele ile Artvin’de kalıyoruz, Alman televizyonuna bir belgesel hazırlanacak. Sezon bitmiş, hava soğuk, Karahan Otel bomboş. Bizden başka bir tek eski bakanlardan Hasan Bey var dediler. Tanıştık, iki günde kaynaştık. Seçim kampanyası için o köye gidiyormuş, “Gelin sizi de götüreyim” dedi. Kalktık gittik.

Resmi adı Aydınlık'mış: cennetten bir köşe. 1400 metre rakımda yemyeşil güzel bir çanak. Arkada çayırlar, ormanlar, karlı sıradağlar. Önde bin yıllık kale. Bütün evler ahşapla kerpiç, eski zamandan kalma, dantela gibi işli. İsviçre halt etmiş.

O heyecanla Yavuz Karahan’a anlattım. O da düşünmüş taşınmış “burada kış sporları olur” diye karar vermiş. Aradan iki-üç ay geçti, kış ortası telefon etti. “Sevan Bey sen yabancı basını tanırsın.” Ee? Erzurum’daki beden terbiyesi müdürlüğünden kayak temin etmiş, basın mensuplarını misafir etmek istermiş. Neden olmasın, harika! Üç günde yirmi kişilik grup oluştu. Kimler yok ki? Rahmetli Jean-Pierre Thieck, le Monde’dan. Hugh Pope, o zamanlar çiçeği burnunda Wall Street Journal muhabiri. Bizim Thomas Goltz. BBC’nin adamı, The Times, Reuters, AFP, Sovyet basınından biri, herkes geldi. O hafta Türkiye’de darbe olsa maazallah dünyanın haberi olmaz!

Artvin’den minibüslerle yola düşüldü. Dağlar, vadiler, kanyonlar aşıldı. Kar tutmuş tingirdek yollardan Ardanuç Boğazı’nın düz duvarına tırmanıldı. Davul zurnayla karşılandık. Bele kadar kara batmış yoldan yukarı mahalleye yürüdük. Yanımızda otelin adamları, eski filmlerdeki zenci kuliler gibi, sırtlarında kolilerle sofra servisleri, yatak takımları taşıyorlar. Şarap bardağı da varmış, beyaz ayrı, kırmızı ayrı. Oflaya puflaya taşıdıkları büyük sandık nedir diye sorduk. Alafranga tuvalet imiş. Misafirler alışık değildir, bir yerleri incinir diye düşünmüşler.

Bir hevesle herkes kayaklara yumuldu. Ama pist yok, teleferik yok, elalemin mısır tarlasında ne kadar kayabilirsin ki? Az sonra grubun yarısı köylülerle domuz avına gitti. Öbür yarısı bize tahsis ettikleri yüz yıllık ahşap konakta pokere daldı. Konağın alnındaki yazıt silinmiş, ama Ermenice olduğu anlaşılıyor.

Birkaç kişi köyü keşfe çıktık. Kilise 1848 tarihli, bir zamanlar belli ki oturaklı bir binaymış, şimdi çöplük, çatı gitmiş, içeriyi pıtrak dikeni bürümüş. Köylüler toplandı. Ahkâm kestik, “Şunu temizleyip onarsanız hani turistler beğenir gelir resim çeker…” Maksat Aydınlık köylüsünü aydınlatmak!

Yaşlı bir amca kafa salladı, kesin bir dille itiraz etti. Burası tekin değilmiş, olmazmış. "Vay cahil yobaz" diye düşündüğümüzü çok belli ettik herhalde ki anlatma ihtiyacı hissetti. Harp zamanında Ermenilerin hepsini bu kiliseye doldurmuşlar, ateşe vermişler. Daha düne kadar yerden yanık insan kemikleri çıkarmış.

Yeminle söylüyor ki köylü yapmamış, Halit Paşa’nın askeri yapmış. Ama köylüden de katılanlar olmuş, belki. 1915 değil, 1918 Mayısı olmalı.

10 Ekim 2008 Cuma

Yusuf Paşa

Askerdeyken epeyce serserilik ettik, iyi de eğlendik. Tümen komutanı elebaşılarından altı-yedi kişiyi çağırdı. Hazrol, rahat faslından sonra sıkı bir fırça, ne vatan hainliğimiz kaldı ne satılmışlığımız. Şimdi olsa herhalde post-modern de derdi.

Bana döndü, küçük dağları yaratmış olmanın verdiği özgüvenle “Sen Das Kapital’i okudun mu?” diye sordu. Okudum komutanım dedim. Sonra herhalde vaziyeti kurtarmak için, “cahil kalmamak lazım” gibi bir şey geveledim, hani bilimsel merak, başka bir nedeni yok gibisinden. Büsbütün köpürdü. Tahsilimizi sordu. Arkadaşlardan biri Amerika’da matematik profesörü, biri Alman Yeşillerinin siyasi danışmanı, biri 6-7 sene yatmış bir Dev-Yolcu. Ben siyaset bilimi okuduğumu söyleyince, “söyle bakalım bir dahaki seçimde ne olacak” diye sınavı sürdürdü. Sene 1986. “Süleyman Demirel başbakan olur” dedim. Film orada koptu. “İyice aptalmışın sen” diye höykürdü, tükürük saçarak. Hepimizi huzurundan kovdu. Türk Ordusu’nun iki kez devirdiği adam mı başbakan olacak?

Bir hafta sonra tümen askeri mahkemesi Ali ile beni “emre itaatsizlik” suçundan tutukladı. Aziz Nesin ortalığı velveleye verince eli daha artırdılar. Askeri isyana teşvikten 24 sene, komünizm propagandasından 7,5 sene, Türklüğe hakaretten 6 sene, savcı allah ne verdiyse dayadı. Rahmetli babam benden habersiz ricaya gitmiş, paşa onu da hakaretle kovmuş. Neyse, işin içine basın girdi, uluslararası akademik çevreler girdi, Turgut Özal sağolsun ilgilendi, üç ay sonra bizi saldılar. Paçayı öylece kurtardık.

Yıllar sonra Karadeniz kitabını yazarken dayanamadım, paşaya bir-iki dokundurdum. Dedeleri vaktiyle Trabzon valisi olmuş, 1841 Laz isyanını bastırmışlar, arada Lazistan’da taş üstüne taş bırakmamışlar. Bolaman’daki güzelim konak da Haznedaroğulları’nındır. Yarısını bir kardeş yıkıp Laz Palas yapmış, öbür yarısı Yusuf Paşa’nınmış, harap duruyor. Bunları yazdım.

Birkaç ay geçti, bir email. Sevan Bey ne güzel yazmışsınız, ama Laz isyanı öyle değilmiş şöyleymiş, kitaplarımı pek beğenirmiş, acaba Bolaman’daki konağı butik otel yapabilir miymişiz, falan filan. İmza: Em. Tümg. Yusuf Haznedaroğlu.

İnce bir cevap yazdım, medeni cesaretine saygı duyduğumu belirttim. Tanışıyor muyuz? diye cevap geldi. 40cı Piyade Tümeni günlerimizi anımsattım. Hayal meyal hatırladı galiba, ya da öyle görünmek istedi. Ne yapıldıysa görev uğruna yapılmış, hep iyiniyet varmış, koşullar gerektirmiş.

Yazışmayı ısrarla sürdürdü. Brezilya’dan kart attı. 2001’de ben gene hapse girince Müjde’yi telefonla aramış, uzun uzun dertleşmiş, nasıl yardımcı olabileceğini sormuş.

Bunlar emekli olunca normal insana dönüşüyorlar galiba, geç meç.

Gerçi “normal insan” nedir, onu da bilsem...

26 Eylül 2008 Cuma

Komplo Teorisi

1982’de NYU’da Dankwart Rustow’un Çağdaş Türk Siyasi Tarihi master seminerini almıştım. Profesör Rustow o tarihte epey yaşlı, ama hala Washington’da sözü dinlenen üç-beş Türkiye uzmanından biri. 12 Eylül Anayasasının şekillenip onaylandığı günler, tartışma mevzuları da haliyle Türkiye’de istikrarlı bir demokrasi nasıl olur etrafında dönüyor. Döne dolaşa CHP masaya geliyor. Tarihte seçim kazanmamış ve belli ki hiç kazanmayacak bir partinin ana muhalefet olması Türk demokrasisinin en büyük sorunu: bunda herkes mutabık. Öbür taraf sırtüstü yatsa da seçimi kazanacak. Parti kapatsan, yasaklasan, bölsen de farketmiyor. Böyle olunca Halk Partisini destekleyen kesimler umutsuzluğa kapılıyor, radikal çizgilere yöneliyor, eninde sonunda askerden medet umuyor. Halk Partisi askerden medet umunca ister istemez seçimi gene öbür taraf kazanıyor. Fasit daire.

Çözüm nedir diye soru ortaya atıldı. O günlerde Ecevit partiyi terketmiş, yerine isim diye Erdal İnönü’nün adı geçiyor. Yani partinin iflah olma ihtimali sıfır. Dolayısıyla, dendi, mantıki tek çözüm partinin tasfiyesidir. Rustow düşündü, kıvrandı, hak verir gibi oldu. Ama hızlı bir tasfiyenin risklerinin altını çizdi: tepki doğurur, Aleviler sahipsiz kalır, solda radikaller güçlenir. Belalı işler. Dolayısıyla ne yapılacaksa usulca, tedricen yapılmalı: as they say in Turkish, “yavash yavash”. Ben sınıfın radikaliyim, bana döndü: “Ne dersiniz Mr. Nisanyan, bu konuda bir strateji kâğıdı yazar mısınız?”

Ben pas geçtim, tezi başka konuda yazdım. Sonraki yıllarda hep aklımın bir köşesinde o konu dolanıp durdu. 83’ten 93’e kadar Erdal İnönü. Sonra Deniz Baykal! CHP’yi “yavaş yavaş” tasfiye etme planı kuracak olsam bu kadar mükemmel bir strateji önerebilir miydim? Sanmam. Deha gerekir, o da bende yok.

Tamam, komplo teorileri her zaman yanlıştır. Onu biliyorum. Gerçek dünyada olaylara dahiyane tasarımlar değil, insanların aptallığı, beceriksizliği, hesapsız hırsları, korkuları, kıskançlıkları yön verir. Bir başka hocam Mao bağlamında söylemişti, “tarihte cehaletin önemini asla küçümseme” diye. Sanırım tarihe ilişkin söylenebilecek en derin sözlerden biridir.

Gene de, mesela son birkaç senedir paşaların ettikleriyle dediklerine bakınca insan kuşkuya kapılmadan edemiyor. Faraza Washington’un kurmay odalarında birileri oturup, “Türkiye’de ordunun itibarını nasıl kırarız? Bunları siyasetten usulca nasıl tasfiye ederiz?” diye dahiyane bir plan kurmuş olabilir mi acaba?

Yoksa her zamanki gibi, alelade etkenler midir gidişatı belirleyen?

19 Eylül 2008 Cuma

Ermenistan İzlenimleri

Kimlik çakışması

Arsen’le bana evsahibi takım tribünlerinden bilet vermişler; bilerek mi, yanlışlık mı belli değil. Maç öncesi heyecan dorukta, yirmibin taraftar “Hayastan!” diye yırtınıyor. Öbür tarafta Türklere ayrılan tribün boş, yüz kişi ya var ya yok. Arkadaşlar orada, güvenlikten rica ettik, polis barikatını aşıp onların yanına geçtik.

Genç Sivillerin 12 kişilik mangası televizyon ekiplerinin ilgi odağı olmuş. “Sınırsız dostluk,” “Teşekkürler Gül,” “Arda topu Sarkis’e at” pankartları açılmış, Türkiye ve Ermenistan bayrakları sallanıyor. Yerel televizyoncuların sorularını tercüme etmek bana düştü. Dostluk ve barış mesajları verildi. Gene de içimde coşku yok: çift bayrak da olsa, bayrak sallamak bana göre değil. Barış ve dostluk? Ulusların dostluğundan bana ne! Ulusların dostluğuna inanmak için uluslara inanmak lazım.

Beri yanda 50-60 kişilik TIR şoförleri grubu, büyük bir Türk bayrağı açmışlar. Birinci golden sonra cesarete geldiler, “En büyük Türkiya!” diye coşmaya başladılar. Sigara istemek bahanesiyle onların arasına karışıp oturduk.

Cep telefonum çaldı. Hapisten tanıdığım Susurlukçulardan biri, televizyondan görmüş, Sevan Abisinin hatırını sormak istemiş. Kimi tuttuğumu sordu. “Tabi bizimkileri” deyip topu taca attım. Gülmekten kırıldı.

Maçtan sonra güvenlik nedeniyle bir süre tribünden çıkmamıza izin vermediler. Ortam dostça, karşılıklı şakalar yapılıyor. Polislerden biri Ermenice bildiğimi görünce bana gelip sordu, hepiniz Türkiye Ermenileri misiniz diye. “Benden başka Ermeni yok galiba” dedim. Hayretle kafa sallayıp gitti.

[[Resim: Genç Siviller Madenataran önünde.]]

Soykırım Müzesi

Gruptan birkaç kişi Soykırım Müzesini görmek istedi. İngilizce ve Ermenice rehberlik varmış, Ermenice istedik. Rehberimiz Şuşanik, şeker bir kız. İlk kez bir Türk grubuna anlattığı için heyecanlı.

Çevirmen gene benim, yorum katmadan her söylediğini aktarıyorum. Sıra 1909 Adana olaylarına geldi. Katliamı Genç Türkler organize etmişler, 30.000 kişi öldürmüşler. Burada yanlışın var dedim, Adana olayı İttihatçılara karşı bir ayaklanma olarak başladı. İttihatçı hükümet olayları bastırmaya çalıştı, hatta Türklerden 30-40 kişiyi astılar. Şiddetle itiraz etti, 1915’in canileri 1909’da suçsuz olabilirler mi? Mantığın alacağı şey mi? Tam öyle, diye sürdürdüm. İttihatçıların Adana’dan sonra Ermeni meselesinde tavır değiştirmesi, çok az üzerinde durulmuş bir enteresan konu. Belki de 1915’e giden yolun en mühim dönüm noktası.

Bizimkiler sabırsızlıkla çeviri bekliyorlar: Hayrola Sevan Bey tartışma mı çıktı? Onlara konuyu özetledim. Bu sefer Şuşanik üzüldü. “Keşki aramızdaki görüş ayrılığını onlara yansıtmasaydın” dedi.

Turdan sonra sohbet ettik, ne iş yaptığımı sordu. Oteli söyledim. Nişanyan diye otel adına izin veriyorlar mı diye hayret etti. Yirmi sene önce kimse aklından geçiremezdi, ama şimdi rahat dedim.

Ayrıca g.. ister diye belirtmedim.

Ermenistan’ın en güzel küçük otelleri

Daha Türkiye’deyken birkaç kişiden duymuştum, Tufenkian adlı bir Amerikalı Sevan Gölü kıyısında harika bir küçük otel kurmuş, tam bizim seveceğimiz türden bir yermiş. Mutlaka gidile!

Sorduk soruşturduk, gölün ıssız Doğu yakasında, Tsapatagh diye kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeymiş. Yerlilerden kime sorduysak Tsapatagh’ı bilen yok. Sonradan iş anlaşıldı. Meğer Tsapatagh’ın bilinen adı Kızılkend’miş, değişmiş. Azeri köyüymüş, 92’de boşaltılmış. İmroz’daki Rum köylerini anımsatan bir lanetlenmişlik duygusu, girer girmez insanı vuruyor.

Otel güzel. Yerel mimariye uygun, detayları dürüst ve kusursuz. Enfes kilimlerle donatılmış, araya müzelik çanak çömlek serpiştirilmiş. Ekip iyi eğitilmiş. Belki biraz fazla North American. Trendy.

Daha sonra Dilican’da Tufenkian’ın yeni otelini gördük. İnşaat sürüyor, daha açılmamış, ama şimdiden Dilican’ın avuç kadar tarihi mahallesine damgasını vurmuş. Güzel bir bina, eskiden han yahut hangar gibi bir şeymiş. Sanat atölyeleri, lavaş fırınları, tandırlar, ahırlar, halı tezgâhları: idealize bir geçmişi yeniden canlandırmak için servet harcanmış.

Restorana buyur ettiler. New York’un en sofistike mekânlarına yaraşır bir sadelikte: şık. Menüde rahmetli anneannemden bildiğim antika yemekler. Erikli kuzu külbastı. Harisa, yani keşkek, robotta değil havanda dövülmüş. Maraş kebabı. Rezeneli turşu. Tarhun otu. Taze kişniş. Aşure.

Ülkenin her yerinde güzel yemek yedik, ama en güzeli kesinlikle buydu.

Diaspora

Garni’deki antik tapınakta Arsen’le resim çekmeye çalışıyoruz. Yaşlıca biri yanaştı, Türkçe duyunca hayret etmiş, Türkler de mi geliyor buraya diye. Ağır Adana-Antep ağzıyla kusursuz Türkçe konuşuyor.

Hoş beş, hayat hikâyesi faslı başladı. Adanalıymış (“ailem” değil, kendisi). Lübnan’da doğup büyümüş. Orada aile içinde hep Türkçe konuşurlarmış. 46’da kalkıp anavatandır diye buraya göçmüşler. Üniversitede okumuş, maden mühendisi olmuş. Ermenistan’ı hiç sevmemiş. Buranın halkı yabaniymiş. Lübnan’dan, Halep’ten, Suriye’den gelenlerde kültür varmış, nezaket varmış. Tiyatroya giderlermiş, silindir şapka takarlarmış, buradakilerde külakh’tan başka başlık yok. Batılılara “aghparlar” diye isim takmışlar, çok eziyet etmişler. Zaten gelenlerin çoğu 91’den sonra kapağı Avrupa’ya, Amerika’ya atmış. Kendi de 38 yıl önce Kiev’e gitmiş. Orada kafe işletiyormuş. Halinden memnunmuş. Yanında oğlu ile gelini vardı. Kız sarı kafalı, mavi gözlü, aralarında Rusça konuşuyorlar. Buradan Geğard manastırına gidip mum yakacaklarmış.

Onlardan ayrıldık, bir başkası yanımızda bitiverdi. Cüsse, bıyık, Diyarbakır işi. Türkçe konuşmamız ilgisini çekmiş. Kendi de Kürdistan Ermenilerindenmiş. Zaho’luymuş. Körfez Savaşında orada işler zorlaşınca Bağdat’a göçmüş. İki yıl önce de kapağı Ermenistan’a atmış. Sohbeti bizim Ermeniceye çevirince iyice rahatladı. Cümle içine “tamam”lar “babo”lar karışmaya başladı.

Suvenir dükkânında car car Türkiye Ermenicesi konuşan 5-6 kişilik bir grup; hallerinden belli, ya Amerikalı ya Kanadalılar. Onlarla da tanıştık. Toronto’lu çıktılar. North York, Don Mills, hangi cadde, hangi sokak derken, aa! annemin eski apartman komşusu! Adresler alındı, selamlar iletildi. Öğleden sonra onları da Geğard’da mum yakarken gördük.

[[Resim1: Adanalı baba oğulla Garni’de.]]

Kutsal topraklar

Goris’teki otelin sahibine bir günde üç manastır gezdiğimizi anlattık. Yüz tane görsen bıkmazsın dedi. Haklı.

Ülkenin üzerinden Sovyet rejimi tank gibi geçmiş. Bir tür medeniyet getirmişler, doğru. Her yerde heybetli kamu binaları, düzenli sokaklar, birörnek kolhoz köyleri yapılmış. Adım başı sosyalist heroizmin anıtları: saldırgan, ama en azından bizdeki beton mustafalardan iyi. Sistem belli ki kısa bir süre işlemiş de. Sonra çarklar durmuş, her şeyin üstünü gri ve kasvetli bir toz örtmüş.

O tozun örtmediği yer manastırlar. Her biri bir ıssız dağın başında, insanın tanrıyla – ya da kendi ruhuyla – yalnız kaldığı yerler. Dünyanın pek az yerinde benzeri olan bir mimari kusursuzlukla inşa edimişler. Hepsi aynı ruhun eseri,ama hiçbiri diğerinin aynı değil. Etrafta sükûneti bozan hiçbir şey yok, ne turist otobüsleri, ne bilet, ne levha, ne satış standı, ne otopark ücreti, ne terbiyesizce “restorasyon” gösterileri. Sınırın berisindekiler gibi vahşet izleri yok, ama Batı’nın kibar cilası ile de (henüz) kirlenmemişler. Bin yıldan beri değişmeden oradalar.

Beş günde on mu, oniki tane mi ziyaret ettik, unuttum. Khor Virap: Ağrı’nın tüyler ürpertici kütlesine karşı yapayalnız; üç beş aile gelmiş, kurbanlık horoz getirmişler. Noravank: bir çalımla dağın üstünde dikilmiş, sarışın. Gndevank: kaç yüz yıllık ceviz ağacının kuytusunda, yosun kaplı, büsbütün sessiz. Datev: aşılmaz bir vadinin sonunda, sisle bulutun karıştığı yerde. Üç tane gençten papaz, kendi başlarına mezmur söylüyor; tek başına bir Alman kadın, birkaç gündür buradaymış, resim yapıyor.

Dadivank: ormanın en ıssız yeri, yanından deli bir dere akıyor. Goşavank: kusursuz bir Karadeniz köyünün kucağında, başka bir dünyaya açılan kapı. Hağardzin: ormandaki tüm ağaçlar dilek bezleriyle donatılmış. Birkaç kişi mum yakmaya gelmişler, üçü Fransa’dan, biri Uruguay’dan. Marmaşen: bozkırın kovuğunda umulmadık bir vaha; çobanın biri koyunları salmış, kitap okuyor. Yereruyk: daha eski çağların anılarını taşıyan bir Asya tapınağı.

Buraların tanrısı öyle kitapla, kanunla, öğütle, ayıpla gelen bir tanrı değil. Yer tanrısı: yerin kendisi kutsal.

[[Resim2: Goşavank.]]

12 Eylül 2008 Cuma

Yuri Usta ile karısı

Rusya’nın ortalarında bir yerde arabaya benzin yerine salyarka kattılar. Gazyağı gibi bir şeymiş: yarım saat gittik ya gitmedik, motor hapı yuttu. Şansımıza tam oracıkta bir privat tamirhane belirmez mi? Sene 92, Rusya’da özel tamirci bulunmaz Hint kumaşı. Devlet tamirhanelerinde iki ay sonraya randevu veriyorlar, hem nüfus sureti, ikametgâh ilmühaberi, dilekçe vs. ile.

Yuri Usta’yla tanıştık. Dükkânı yeni açmış. Alet edevat hak getire, yıldız tornavida var mı o bile belli değil. Contayı yakmışız. Yedek parça bulmanın imkânı yok, ama komşu şehirdeki Devlet fabrikasında çalışan Yevgeni Usta conta imal edermiş. Bir tam gün Yevgeni Usta arandı, bir yerlerde bulundu, conta sipariş edildi. Üç gün boyunca her gün komşu şehre gidildi, Yevgeni Usta arandı, yarın gelmemiz söylendi.

Gürcistan’da soyguna uğramışız, para kıt. Şehrin dışında “kemping” bulduk yerleştik. Eski demiryolu vagonlarını getirip konaklama yeri yapmışlar. Gece tavuk boyunda fareler etrafta cirit atıyor. Gruplar halinde gençler gelip it öldüren cinsinden spirt içiyorlar, sonra demiryolu kuytularında, zifiri karanlıkta, sabaha kadar sevişiyorlar. Bizi de buyur ettiler. Spirtten aldık, kızlarla bir iki gün sonra canciğer olduk. Türkiye’de işler iyi diye duymuşlar. Viza alabilir miyiz vs.

Şehirdeki tek Devlet restoranına dadandık. Bizden başka tek müşteri yok, ama şaşmaz bir dakiklikle her gece 8’de cazband eşliğinde şarkıcı çıkıyor, full programını yapıp bitiriyor. İkinci gün “boş verin” dedik, masaya davet ettik. Dört beş şişe votka kaşla göz arası bitti. Gene viza sözleri verildi.

Galiba beşinci gün Yuri Usta’da yorgunluk emareleri başladı. O gün biraz içtiler. Ertesi gün votka kasayla geldi ve tükendi. Akşama bütün tamirhane ekibi yerlerde sürünüyordu.

Nihayet “ben bu arabayı yapamayacağım” dedi. Rostov’daki Devlet tamirhanesinde tanıdığı varmış, o yaparmış. “Bizi Rostov’a götür” dedik. Bir kere eve gitmesi lazımmış. “E git” dedik. Bir haftadır eve uğramıyormuş, o yüzden gidemezmiş, karısı kızarmış. İş başa düştü. Arabasına binip evine götürdük. Karısı gencecik güzel bir kız, iki gözü iki çeşme, bağırıp çağırıyor. Onu yatıştırmak Müjde’ye düştü, odasına götürdü, sevdi okşadı dil döktü. Ben Yuri Ustayı ite kaka duşa soktum. Karını en son ne zaman Rostov’a götürdün dedik. Birbuçuk sene olmuş. Tamam yürü gidiyoruz dedik. Çekme halatı, akü, falan filan, yola revan olduk. Rostov’da akşam bunları sinemaya da götürdük. Aptal bir Amerikan filmiydi, hangisi unutmuşum.

Rostov’da da tabii tamirci arkadaş bulunamadı. Moskova’dan yedek parça iki ayda gelir dediler. Pes ettik. Arabayı Yuri Usta’ya hediye ettik. O da bize Moskova’daki eniştesinin amcaoğluna ait apartman dairesinin anahtarını verdi. Bir de, havaalanındaki tanıdığını araya sokup bize Rusya vatandaşlarına özgü üç otuz paralık uçak bileti aldırdı. Moskova’da on-onbeş gün adamın dairesinde kaldık.

5 Eylül 2008 Cuma

Abhazya’nın fethi

Birkaç gece Svaneti’de bir dağ kampında kaldık, 3000 küsur metrede, dünyada olup bitenden habersiz. Sabah tıngır mıngır Zugdidi’ye indik. Orası kötüdür diye uyarmışlardı ama kulak asan kim? Günlerdir doğru dürüst bir şey yememişiz, açız, toz toprağa batmışız, araba da haşat. Lokanta bulup bir şeyler yiyeceğiz, tamirci bulacağız, sonra Prenses Çavçavadze’nin botanik bahçelerini göreceğiz, hesapta.

Daha şehre girmeden üç tane bıçkın tip yolumuzu kesti. Kapıyı açıp Müjde’nin boğazına bıçağı dayadılar. Müjde de o sırada 3-4 aylık hamile. Neyse, istedikleri paraymış. Cebimizdeki 2300 doları kuş gibi döktük, kurtulduk. Az değil, o parayla daha Moskova’ya, Petersburg’a gidip geri döneceğiz. Yola devam edebilir miyiz? Ölmek var dönmek yok dedik, daha doğrusu ben dedim: devam!

Daha o şok geçmemişti ki, bu sefer şehrin ortasında arabanın biri yandan sıkıştırdı. Can havliyle gaza basıp kaçmaya çalıştım. Pencereyi açıp tabanca çektiler, mecburen durduk. Cepte kalan bir tomar işe yaramaz rubleyi bağıra çağıra üstlerine fırlattık. “Tamam, peki” işareti yapıp yol verdiler: belli ki alışıklar. Lokantasına da, botaniğine de lanet okuyup pedala kuvvet Zugdidi’den kaçtık.

Esas macera bundan sonra başladı.

Şehir çıkışındaki köprüde asıl Gürcistan bitiyor Abhazya’ya geçiliyor. Geçer geçmez bir şeylerin yolunda olmadığı anlaşıldı. Yerde zincirleme trafik kazası olmuş gibi izler, cam kırıkları. İleride bir tank, terkedilmiş, yanıyor. Karşıdan manyaklar gibi yalpalayarak birkaç araba geldi, içleri balık istifi asker dolu, üniformalarının yarısı var, yarısı yok, kimi tişörtlü, kafalarında kanlı birer bez, ellerindeki kalaşnikovları pencereden dikmişler. Vınlayıp geçtiler. Arada ters istikamette konvoyla askerler gidiyor, ne araç denk geldiyse doluşmuşlar: özel otolar, ambülanslar, külüstür şehiriçi otobüsleri.

Yol kenarında bir kalabalık kamp kurmuş, belli ki bir-iki gündür buradalar, sefilleri oynuyorlar. Ermenice bilen birilerini bulduk, sorduk. Dün Gürcü ordusu Abhazya’yı istila etmiş. Yol üstünde birkaç kilometre ötede savaş varmış. Sene 1992, galiba 14 Ağustos olmalı.

Ben tutturdum, görelim diye. Fırsat bu, bir daha savaş nerede buluruz? Hem Zugdidi’ye dönüp ne yapacağız? Geri adım atarsak Müjde dünden hazır, vazgeçelim diyecek. Yolculuk yatar.

Arabanın antenine bir beyaz atlet bağladık. Askeri barikatlarıı “jurnalist” deyip geçtik. Arada egzos takımı kopmuş, içeri alıp ön camdan bazuka gibi dışarı uzatmışız, cehennem makinası homurtuları çıkartarak gidiyoruz. Gören Gürcü ordusunun gizli savaş aracı sanır.

Karşıdan güruhlar halinde insanlar gelmeye başladı. Sırtlarında tencereler, tavalar, denkler, yorganlar; nineler, bebeler, kimi eşyasını işporta arabasına yüklemiş. Evlerinden kaçan Abhazya’lı Gürcülermiş. Yol kenarındaki bir köyde genç bir kızla konuştuk. Durmamız için yalvardı, diller döktü. Gece istesek onlarda misafir kalabilirmişiz. Abhazlar Müslümanmış, gözlerini kırpmadan insanı keserlermiş. Müjde gene kalacak gibi oldu, Müslüman olan sanki o değil benmişim gibi!

Köy çıkışında ilk cesetlerimizi gördük. Yol kenarına yatırmışlar, başlarında eşofman üstü kamuflaj ceketi giymiş birkaç Gürcü askeri. Sylvester Stallone kılıklı bir tanesi gözü dönmüş bir ifadeyle silahı arabanın camından içeri soktu, kafama doğrulttu. “Rambo!” deyip güldüm, sigara ikram ettim. Marlboro paketini kaptı, ne halin varsa gör gibisinden yol verdi.

Sohum’da sokak çatışmaları oluyormuş: şehirden bam güm sesleri geliyor, dumanlar çıkıyor. Gürcüler bu sabah girmişler, Abaşidze’nin hükümetini ele geçirmeye çalışıyorlarmış. Tıpkı bizim Karadeniz şehirleri gibi bir yer, bir yanı deniz, bir yanı dağ, tek geçit yolu var. Artık kaldık burada derken ilk kamptan tanıdığımız Ermenilerden biri çıkageldi. Arka yolları biliyormuş, peşine düştük, dere tepe mahalle yollarından geçip Abhaz tarafına çıkıverdik. Türk plakasını görünce pek sevindiler, “kardaş!” “salamalaykum!” diye tezahürat yaptılar. Selamlarını aldık, bozuntuya vermedik.

15-20 km ileride, dağın yamacında, ormanın içinde, masallardan çıkma bir gümüş kubbeli Rus kilisesi beliriverdi. Meşhur Novy Afon Manastırı imiş. Savaştan kaçan Ruslar için buraya mülteci merkezi kurmuşlar. Bir yolunu bulup araya kaynadık, yemekhanede karnımızı doyurduk. Rica minnet, gece yatacak bir yer de verdiler.

Ertesi gün kendimizi Pitsunda’daki plaja attık. Bütün gün kumsalda yatıp denize girdik.

26 Ağustos 2008 Salı

Şam'ın Şekeri

(Agos 26.12.2008)

Suriye’li Hıristiyanlara sorunca “Suriyeli’yim, Arabım” diyorlar. Aradaki fark bu. Başkasını bilmem ama ben “Türküm” demem, eğer çok üşengeç günümde değilsem. Ermeniliği o kadar önemsediğimden değil, tehdide boyun eğmeyi kendime yediremediğimden.

Saidnaya, Maalula, Şam’a yakın büyücek kasabalar. İkisinin de girişinde büyük birer Meryemana heykeli var. Selçuk’taki gibi sadece turistlerin gördüğü bir dağ kovuğunda değil, girişte, hükümet konağı ile şehir oteli arasında bir yerde. Karayollarının trafik tabelaları: sağa Mar Efrem ziyaretgâhı, sola Mar Toma kilisesi, ileriye, kasabanın üstüne kale gibi yükselen Bakire Meryem manastırı. Saidnaya’ya ne hikmetse bir tane de kocaman Sheraton dikmişler. Bütün çalışanlar Sofi, Circis, Evdokya, Luka, patronlar da öyle. Ama gittiğimiz gün bolca başörtülünün katıldığı bir Müslüman düğünü vardı içeride.

Halep’in en güzel meydanındaki heykel eski Maruni piskoposlarından birinin heykeli, cübbesiyle asasıyla, azametli. “Ceddülarab” veya ona benzer biri de olabilirdi, biz öylesine alışığız, ama değil. Gerçi etrafta yeterince Hafız heykeli ve Beşar posteri de var, o başka. Modern Suriye milliyetçiliğinin kurucularının birkaçı Hıristiyanmış. Şimdi adını hatırlayamadım, bir tanesinin ismini her şehirde caddelere vermişler, bizdeki Talatpaşa Bulvarı yerine. Mişel Aflak değildi tabii, o iktidardaki Baas partisinin kurucusu, sonradan gözden düşmüş, Irak’a sığınmış, anıtmezarı Bağdat’ta.

Orduda subaylar arasında Ortodoksu, Katoliği, Süryanisi varmış. Hatta bir tanesi generalmiş, göstermelik de olsa. Hükümette bir iki tane bakan da var galiba. Siyasi iktidarın Alevilerde olması önemli bir unsur. Sünni çoğunluğa karşı Hıristiyanları bir tür denge unsuru olarak kullanıyor olabilirler sanırım.

Ekonomik olarak Türkiye’den yirmi otuz yıl gerideler. Ama mesela Halep’e girer girmez “burası yaşanabilir bir şehir” duygusuna kapılıyorsun. İnsanlardaki güleryüzlü kalenderlik midir, kentin orasına burasına değdirilmiş ufak tefek sevgi işaretleri midir, nedir bilmem. Muhtemelen hayaldir, yaşanmaz aslında. Ama bunca senedir Urfa’ya, Mardin’e gider gelirim, mesela oralarda bir an bile böyle bir duygu geçmemiş içimden. İnsanın ruhunu büzüştüren o katı bağnazlığı, esas Anadolu’daki kadar olmasa da, alttan alta hissedersin.

Vecdi Bey’in söylediği herhalde budur. Bak Türkiye ne güzel “millet” olmuş, Suriyeliler daha becerememişler, yazık.

4 Temmuz 2008 Cuma

Genç İsviçre

Derin İsviçre’nin derin taşrasında, ancak Orta Avrupa’da olabileceği kadar tertipli, efendi bir kasaba – Solothurn. Şehirde bir tane çirkin bina yok gibi: çoğu 18. yüzyıldan kalma bonbon evler, süslü alınlıklar, barok kuleli Katolik kiliseleri. Her pencerede çiçek var, ki mutluluk belirtisidir normalde. Etrafta yeşil dağlar, dereler, bin yıllık ağaçların gölgelediği vadiler, halı gibi çimler, temiz pak mutlu inekler. Vardığım akşam üzeri St. Ursen kilisesinde Bach konseri vardı. Ein feste Burg ist unser Gott’u söylediler, 25 sene olmuş halâ hatırlarım. O kadar güzeldi ki gözümden şakır şakır yaş geldi.

Konserden sonra etrafı dolaştım. Taşra tabii, bu saatte in cin top oynar. Bütün dükkânlar 6’da kapanmış, iyi insanlar evlerine çekilmiş. İstasyon sokağında bir-iki gariban Türk, o kadar. Üstelik sigara içiyorlar.

Nehir kenarında kuytu bir yerden sesler duydum. Atölyeden bozma hangar gibi bir yer, önünde paslı metal yığınları, çöpler, karanlıkta üçer beşerli gruplar halinde gençler içki içiyor. Ben yaklaşınca huzursuzlanır gibi oldular. Sonra herhalde polis olmadığıma kanaat getirdiler. İçtikleri sarma sigarayı bir tanesi bana da uzattı. Saçların her biri ayrı renge boyanmış, punk. Yüzler kevgir misali piercingli. Bana sigarayı veren kulağını deldirmiş, tavuk kemiği takmış. Hakikiymiş. Yanındaki kızın üstünde bölük pörçük kara bir şey; memeleri, oynaşan kedi yavruları gibi bir çıkıp bir kayboluyor. Yaş 15, bilemedin 17.

Bir şey demiş olmak için “Solothurn güzelmiş” dedim. Acıdılar. Tükürür gibi, “Solothurn boktur” dediler. “İsviçre boktur!” İstikbal yokmuş, bundan emindiler. Dilim döndüğünce Avrupa medeniyetini savunmaya çalıştım, sanat, tarih vesaire. Tabii nafile. Kılık kıyafetim düzgündü, pantolon, kemer, yazlık gömlek. Çekilmez bir faşist olarak görmüş olmalılar, sanırım.

*

Ertesi gün arabaya otostopçu bir kız aldım. O da Budist çıkmasın mı? "Otoyoldan gitmeyeceğim çünkü çirkin, köy yolu daha güzel" dedim. Uzun uzun beni aydınlattı, bir morona ders verir gibi. Güzellik, çirkinlik aslında yokmuş. İç huzura erişirsem otoyol motoyol farketmezmiş.

27 Haziran 2008 Cuma

Thomas Goltz

Üç hafta süren ikinci askerliğimden dönüşte, soktum anahtarı Arnavutköy’deki evin kapısını açtım ki, içeride tanımadığım iki Amerikalı adam, dağlar gibi kâğıtlar, etrafa saçılmış binlerce dia, kesif puro dumanı, çalışıyorlar. Kimsiniz? Dedim. Sen kimsin? Dediler. Ayı gibi olanı Thomas Goltz’muş. Gabriele bunlara bir-iki gün çalışmaları için müsaade etmiş. Sonra kendisi dayanamayıp kaçmış. Kaldık mı başbaşa?

Türkiye hakkında derleme bir kitap hazırlıyorlarmış. Karadeniz bölgesi eksikmiş. Var mı yazacak tanıdığın dedi. Az buçuk bildiğimi söyledim. “Sit down and lay the shit out!” dedi, emir kipinde. Sabaha kadar da vakit verdi. Oturup yazdım, mecbur, güzel de oldu. Hayatta ilk yazdığım gezi yazısıdır. Yirmi yıl sürecek bir kariyerin başlangıcı oldu.

Wyoming’in en derin taşrasından gelmiş. New York’ta tiyatro okumuş. Afrika’nın en güney ucundan başlayıp, tek kişilik Shakespeare oyunları sahneleyerek, iki senede Mısır’a kadar yol almış. Sonra bir müddet Suriye’de oturmuş. Birkaç Amerikan gazetesinin muhabirliğini yapmış. Vize derdine üç ayda bir Adana’ya geldiğinde Hicran’la tanışmış. Ankara’ya yerleşmiş. Bana hep Cengiz Han’la Çörçil’in melezi hissini verdi. Feci bir aksanla boru gibi öterek Türkçe konuştuğunu sanırdı. Bedrettin Dalan’ın Özel Kalem müdiresini şap diye yanağından öpünce kadıncağız ağlamaklı olmuş, özür dilemek bana düşmüştü.

Beraber bir de Istanbul derlemesi yaptık. 12 tane birbirinden meşhur yazara yazı ısmarladık. Bir tane işe yarar yazı gelmeyince hepsini oturup bir haftada kendimiz yazdık. Sonra bir rehber kitap dizisi işine giriştik. Bir sene uğraşıp, birkaç kere birbirimizi boğazlama aşamasına geldikten sonra battık. O tempo ancak Amerikalılarda vardır: 12 saat fanatik bir hırsla iş üret, çözülmez cinsinden kırk tane problem çöz, sonra Bebek Bar’da bir şişe viski, sonra gene sabaha kadar aynı manyak çalışma hızı…

Üst düzey emniyet kadrolarıyla insanı işkillendirecek ölçüde sıkı fıkıydı. Kim bilir neden İran sınır boylarını pek sever, günlerce Van’a takılır, sonra acayip birtakım nakliyeci tiplere bürosunda emirler yağdırırdı. Günahı kuşkucuların boynuna. 89’da bir de baktık ki Azerbaycan’a gitmiş, o zamanki cumhurbaşkanı Elçibey’in sağ kolu oluvermiş. Karabağ savaşı sırasında Amerikan basınına kan ve barut kokan anti-Ermeni yazılar geçti. Bana olan gıcığından mıdır diye düşünmedim değil.

Darbe olup Elçibey devrildiğinde, Aliyev kuvvetleri bunu ele geçirmeye çalışmışlar; son dakikada bir helikoptere atlayıp canını dar kurtarmış. Ne kadarı gerçektir, ne kadarı filim bilmem. Bir iki sene sonra bu sefer Özbekistan’da bir Türk okulunun müdürü oldu. Sonra oradan da sınırdışı etmişler diye duyduk. Hicran’ı da alıp Wyoming’de babasının çiftliğine dönmüş diyenler oldu, ama kim bilir aslı nedir.

*

HAMİŞ - Wyoming değil Montana imiş. Hicran'la Adana'da değil Ankara'da tanışmışlar. Ayrıca babasının çiftliği yokmuş, tanınmış bir doktormuş. Pardon, hafıza yanıltıyor. Anormal derecede sempatik ve aynı ölçüde tahammül edilmez bir adam olduğunu belirtmiş miydim?

20 Haziran 2008 Cuma

Vartenik macerası

Kemaliye’de sordum, yok öyle yol dediler. “Ya varsa” ihtimali daha cazip geldi. Haritada var görünüyor: Munzur Dağının güney omuzundan Dersim'e gizli arka kapı! Amundsen’in Kuzeybatı Geçidi kadar heyecan verici!

İlk 20-25 kilometre berbat, belli ki geçen yazdan beri geçen olmamış. İnsan da yok. Birinci dağı aştıktan sonra iş zorlaştı, sonunda saplanıp kaldım. Geri yürümek delilik; ileride Başbağlar diye bir köy görünüyor, arabayı bırakıp oraya yürüdüm. Garip bir yer, metruk, evlerde bir sürü kurşun deliği; bir de hayvani anıt dikmişler, vatan-millet. Üstelik yol burada pat diye bitiyor. Derenin üstünde Ermenilerden kalma taş köprü varmış, uçurmuşlar. Bir patika buldum, düşe kalka bir sonraki köye yürüdüm. Orada, neyse, üç-beş ihtiyar vardı. Uzaydan gelmiş gibi karşıladılar. “Keşke dün gelseydin” dediler. Minibüs haftada bir gelirmiş. Başpınar’dan minibüsçü Esat arandı. Binbir naz niyaz, gelmeyi kabul etti. Yol 45 dakikaymış, arabası olan başka meskûn yer yokmuş.

Yolda sohbet ettik. Cesaretime şaşkındı. Yol tabii ki yokmuş. Arabam da söylediğim yerde olamazmış, çünkü oraya araba çıkmazmış. Bu dağların arkası komple terörist yatağıymış. Başbağlar köyünü nasıl bilmezmişim, 92’de teröristlerin 33 kişiyi öldürdüğü yermiş. Düşündüm: Anadolu’nun en derin fay hatlarından birindeyiz. Öbür taraf Alevi, Kürt. Bu taraf Türk, Sünni, hem de çok. Savaş ruhu bıyıklarına yansımış. Sevan dikkat!

Başpınar, eski Vartenik, vaktiyle mamur bir yermiş belli. Şimdi 250 nüfus kalmış. Tabii yılın olayı oldum. Ordudan emekli antika bir Unimog bulundu; mazot tankı tamir edildi. Dağlardan 100 küsur kilometre dolanıp araba kurtarıldı. Akşama doğru Başpınar’a dönüldü. O saatten sonra gitmem sözkonusu bile değilmiş. Misafir edeceklermiş. Hem, komple mecnun değilsem, bu dağlarda ne işim var hele bir anlatmalıymışım.

Şirince’de oturduğumu söyledim. Orada Ermeniler varmış diye duymuşlar, televizyonda görülmüş. Benden başkası yok dedim. Gerilim arttı. Vartenik’in anlamını merak ederlermiş. Söyledim. Pek inanmadılar, Kıpçak Türkçesi olması gerekiyormuş, kaymakam bey demiş. Ama benim açıklamam da daha mantıklı gibi geldi. Kaçınılmaz konu açıldı. Denenmiş gambitten girdim: sadece bir kişi bile haksız yere zulme uğramışsa Türklerin özür dilemesi gerekmez mi? Biraz kem küm, sonra hak verdiler. Demek buralarda insanlık daha ölmemiş dedim. Zannederim dönüm noktası buydu, güvensizlik bulutu yavaşça dağıldı. Mevzu derinleşti. Hıristiyanlık mı iyidir Müslümanlık mı konusu açıldı. Baktılar takım açık veriyor, cami hocası da evinden çağrıldı. Normalde kahve dokuzda kapanırmış. Yattığımızda bire gelmişti.

Sabah muazzam bir kahvaltı hazırlamışlar: ballar, kaymaklar, küflü peynirler, börekler, çörekler. Arabayı da çocuklar yıkamış. Öpüştük, ayrıldık. Birkaç gün sonra televizyonda Ahmet Hakan’ın programına konuktum. Başpınar’ın insanlarına bir selam ilettim. İzlemişlerdir, umarım.

13 Haziran 2008 Cuma

Yezidi Bıno

Midyat’taki konukevinde Zeki söyledi, Yezidilerin önde geleni Bıno imiş, Çayırlı köyünde bulurmuşuz. Ertesi gün gittik. Taş çölünün ücra bir yerinde taş devri köyü. Ziggurat tarzında, yukarı doğru daralan, antik Mezopotamya’dan bu yana değişmemiş, dar pencereli taş evlerden ibaretmiş. Araya en feci cinsinden birkaç tane villa tipi konut kondurmuşlar. Cenaze var, Bıno oradadır dediler. Mezarlık tepenin ardında, büsbütün ücra bir yer. Birkaç adam toplanmış, bir çeşit tören yapıyorlar. Arabadan iner inmez etrafımızı sardılar, otomatik tüfekler çıktı. Bir tanesi de dağda mevzilenmiş, uzun namluluyu bize doğrultmuş. Sorgu sual, üstümüz arandı. Sonunda biri bizi aldı, öteye yürüttü, toprağa oturttu. “Bıno benim, ne istediniz” dedi.

Kan davası varmış. 90’larda örgüte karşı silah taşımış. 18 tane kurşun yemiş. Dalağını, pankreasını, daha bir şeylerini almışlar; bacağında unuttum kaç tane platin varmış. Bütün ahali Almanya’ya mülteci gitmiş. “Orası iyi gelmedi bize” dedi, hüzünle. Şimdi erkekler geri gelmiş. Köyü zorla Kürtlerden geri almışlar. Yeni yapılan evler bitince kadınlarla çocuklar da gelecekmiş. Bir umut, belki! Oğlu gelmiş, dayanamamış Almanya’ya geri gitmiş. En çok ezan olayına bozulmuş. “Lo Allah sağir midir ki böyle bağirirlar?” dermiş.

Benim Ermeni olmama şaşırdı. Kendileri de Kürtmüş, gerçi, ama Kürtlere güven olmazmış. İnsanı arkadan vururlarmış. Güler'in Kürt damarı tuttu, diklenmeye başladı. Eyvah, kavga çıkacak!

Yezidiliği sordum. "Kaç defa anlattım, gene bildiklerini yazdılar" diye biraz söylendi. Gün doğarken ve gün batarken kollarını güneşe açıp Yaratan'a dua ederlermiş. Yıldızlar ve meleklerle ilgili de anlattı ama aklımda kalmamış. Resmi dinler hakkındaki tavrı, bizimkilerin en cüretli anında dile getiremeyeceği netlikteydi. Kitap ve peygamber fikrini ilkel bulurlarmış.

Kahve içmeye illa eve davet etti. Taze beton ve plastik boya kokan boş villayı gezdirdi. Kaufhof kolileri içinden kahve makinasını buldu. Kullanım kılavuzunu okudum, tercüme ettim, el birliğiyle aleti kurduk. Alman usulü filtre kahve yaptık. Gencin biri gitti, alelacele koyun sağdı, kahvemiz için süt getirdi.

Ölen yaşlı bir kadınmış. Cenazesini Almanya'dan göndermişler. Yıllarca bekledikten sonra buraya gönderilen cenazeler varmış. Orada gömülmek istemezlermiş.

30 Mayıs 2008 Cuma

Çukurca kaymakamı

Hakkari’den Şırnak’a geçeceğiz, geç de kalmışız, ama Çukurca levhasını görünce dayanamadık. Irak sınırının tam üstünde, memleketin son ucu. İsmi de aldatıcı: manyak dağların en dik yerine taraça gibi kondurulmuş bir dağ köyü.

İlçeye girer girmez bir araba dolusu sivil yolumuzu kesti, Emniyet’e buyur ettiler. Alışık olduğumuz şeyler, sorgu, sual, kimlik tesbiti. Bizim ekip de kuvvetli: Ali Nesin profesör, Mutlu meşhur gazeteci, Müjde ile ben malum. Emniyet Müdürü ayrı misafir etti, gene aynı sorular, aynı cevaplar. “Şimdi kaymakam bey de sizi görmek ister” dedi. İtiraz hakkımız var mı? Yok. Ağır silahlı tim eşliğinde kaymakamlığa geçildi.

Kaymakam saçı jöleli, jön bir tip. Hoşbeş, çay kahve faslı icra edildi. Vakit geçiyor. “Hadi bize müsaade” dedik. Olmazmış. “Kusura bakmayın, misafirimizsiniz.” Tutuklu muyuz? Yok, haşa. Ama bu saatten sonra salamazlarmış, güvenlik müvenlik. Resmi konukevi biraz konforsuzmuş ama ne yapalım, orada kalırmışız. Biraz daha deşince dilin altındaki bakla çıktı. Kaymakam bey iki senedir bu Allahın cezası yerdeymiş, eşiyle çocukları da burada değil. “Kırk yılın başında sizin gibi adamlar gelmiş, salar mıym?” diyor. Bizimkiler topu bana attılar. “Bir koşulla kalırız,” dedim. “Kravatınızı çıkaracaksınız, o zaman olur!”

Kaymakamlık rezidansına geçildi. Sofra kuruldu. Malum muhabbet, AB ülkeleri vatanımızı el altından bölmeye çalışıyormuş. Bizim o projeyle alakamız ne, meraktan çatlıyor. Ben de dilimi tutamadım, TC’nin güvenlik politikası göründüğü kadar gerizekâlı mı yoksa az da olsa bir mantığı var mı bahsini açtım. Ortam gerilir gibi oldu: işin ucunda resmi konukevinden başka konukevine yatay geçiş ihtimali de var. Neyse rakı sağolsun. Korucu fıkraları anlatıldı. Pekekeci hikâyeleri dinlendi. Herkes herkesi tanırmış, sonuçta. Kasaba kulübünde oynanan bir tür ölümcül briç partisi gibi geliyor kulağa.

Yatma saati geldi. Konukevine gitmemize içi elvermemiş, kendi evinde boş iki oda varmış, orada yatmamızda ısrarcı oldu. Mutlu o saatten sonra daha köşesini yazacak, eşofmanı giydi laptopun başına oturdu. Kaymakam bey de pijamalarını giyip kanapeye kuruldu. Eh Mutlu o tarihte bağlantısız, güzel de kız. İster misin? Onlar salonda sohbeti sürdürürken biz içeride mavrayı koyulttuk. Ciddi değil tabii, Mutlu duysa öldürür.

Sabah kahvaltıdan sonra salındık. Şırnak’a dek, Allah bilir, 8-10 defa daha durdurdular. Kaymakam Bey’in selamını ilettik, geçtik.

16 Mayıs 2008 Cuma

Savaş Güney

Arkamıza taktıkları polis otosu sonunda canımıza tak etti. Ardeşen-Pazar arasında hızımı 180’e çıkardım. Bir-iki şık manevrayla adamları atlattım. Ani bir U dönüşü yapıp Çamlıhemşin’e saptım. Çamlıhemşin yolu o zamanlar felaket bir ham yol. Çamur batak, bir saatte ancak vardık. Hoşdere Lokantasına oturduk. Ismarladığımız yemek daha gelmeden sirenler öttü, polis çıkageldi. Zart zurt, sorgu, buraya niye geldiniz? (Keyfimiz istedi.) Ne zaman gideceksiniz? (Beğendik, yerleşmeye karar verdik.) Niye sürat yaptınız? (Sen trafikçi misin birader?) Onlar gitti, bu sefer hadi, jandarma geldi. Komutanım görmek istiyormuş. Burası polis bölgesi değil, neden geldiler diye merak etmiş. Sonunda Gabriele dayanamadı, zangır zangır ağlamaya başladı. Ne de olsa Alman, alışık değil.

Yan masada sakallı, kavruk bir adam oturuyordu. Belli ki dağ adamı, kibar ama otoriter. “Yorgunsunuz,” dedi. “Buyurun benim çiftliğimde biraz dinlenin. Bunlar oraya gelmez.” Savaş Güney’le böyle tanıştık.

Karanlık ormanlardan bir saat daha gidildi. Sonra elle işleyen uyduruk bir teleferikle Fırtına Deresinin karşı yakasına geçildi: dere azgın, kapıldın mı sağ çıkma ihtimali yok. Öbür tarafta derme çatma birkaç ağaç ev, kümesler, inek ahırı, sarı kafalı harikulade üç çocuk, sağda solda birkaç şelale, çağlayanlar, orman. Eşi Doris Almanmış. 14 sene önce Almanya’dan tiksinip gelip buraya yerleşmişler. Elektrik daha bu yıl gelmiş. Bir süre tavuk yetiştirip satmışlar. Sonra Avrupa’dan gelen tanıdıklara dağ yürüyüşü yaptırmaya başlamış. Para pek lazım değilmiş. Olan da zaten içkiye gidiyormuş. Ağaç evlerin büyük olanında Ankara’nın ötesinde eşine rastlanmayacak bir kitaplığı vardı: Heine, Thomas Mann, siyasi tarih, felsefe vs.

Kaçkar Dağlarını avucunun içi gibi biliyordu. (Şimdiki dağ rehberlerinin hepsi Savaş’ın çömezleridir.) Aşağıdayken huzursuzlanıyor, öğle olmadan içmeye başlıyordu. Dağda bambaşka bir insandı: keçi gibi sert, sözü dinlenir, sırtını dayayabileceğin biri. Az zamanda hayatımızın ana eksenlerinden biri oldu. İki ayda bir kalkıp Hemşin’e taşındık. Kendi İstanbul’a gelip bizde kaldı.

Sonra gitgide huzursuzluğu arttı. Karakol komutanına tabanca çekti, bir süre hapis yatıp çıktı. Tutkulu bir şiddetle, yoluna çıkan kadınlara sarıldı. En sonunda, pek kazaya benzemeyen bir trafik kazasında ölüp gitti.

Doris çiftliği bir yıl daha götürebildi. Sonra Almanya’ya döndü. Ortanca kız İstanbul Hukuk’ta okuyormuş diye duyduk.

Geçen yıl gittiğimizde her yeri eğrelti otu bürümüştü. Ağaç evler çökmüş, arazinin yarısını dere yarıp götürmüş. Meşhur teleferik paslanmış, dağılmış, bir köşeye atılı duruyordu.

9 Mayıs 2008 Cuma

Albayrak’lı astsubay

Herkes bilir, Ağbak’taki Surp Partoğomyos kilisesi askeri bölgededir. Bunca yıldır kimse girip gezememiş, resim çekilmesine izin verilmemiştir. Biz gene de şansımızı deneyelim dedik. Başkale’den İran sınırına giden yola girdik. Yeni adı Albayrak, tabii, ne olacak. Dağlık yerler.

Kapıdaki asker “yassak” dedi. “Komutanına haber ver!” dedim, tartışılmayacak bir tonla. Kıdemli Jandarma başçavuşmuş, çağırdı, gittik. “Güvenlik” dedi, “vatan savunması” dedi, elin Ermenisinin cüretine biraz da şaştığını belli ederek. Osmaniye’liymiş. “Osmaniye nasıl Osmaniye olmuş bilir misin?” dedim. Tabii bilmezmiş. Kozanoğlu isyanını, Derviş Paşa’nın Fırka-i Islahiyesini anlattım. Türkmen aşiretlerinin nasıl Gâvur Dağında avlanıp düze iskân edildiğini anlattım. Osmaniye, Islahiye, Hassa adlarının ideolojik anlamını irdeledim. Ağzı açık dinledi. Çay söyledi. “Kilisede hazine varmış diyorlar” dedi. Alın teriyle kazanılmamış paradan kimseye hayır gelmediğini söyledim. Hak verdi. Madem buraya kadar gelmişiniz, bari gezdireyim dedi.

Okkalı bir höyüğün tepesinde, 11. Yüzyıldan kalma dev boyutlu bir katedral. Çatısı göçmüş, duvarlarda büyük gedikler açılmış. İçine siperler kazılmış, havan topu bataryaları yerleştirmişler. Bütün ovaya, etraftaki dağlara hakim bir yer. Eskiden her gece dağlardan taciz ateşi açarlarmış. Bunlar da cevap verirmiş. Top menzili bilmemkaç kilometreymiş. Sabaha kadar sürdüğü olurmuş.

Fotoğraf çekmemize bir şey demedi. Yalnız, giderken, bunları bir yerde basma başım derde girer dedi. Öpüştük, ayrıldık.

Yıllar sonra bir gün Şirince’de bahçede çalışıyorum, bir adam çıkageldi. “Beni hatırladın mı?” dedi. Osmaniye deyince hatırladım. O günden beri aklından çıkmamış. Osmaniye tarihini araştırıyormuş. Kitap nasıl yazılır, nasıl yayınlanır, bilgimden istifade etmek istermiş. Oturduk biraz sohbet ettik. Kahve yaptım. Cevdet Paşa’nın Maruzat’ının fotokopisini çektirip verdim. Gerçi epeyi ağdalı Osmanlıca’dır, ne kadar anladı bilemem.

11 Nisan 2008 Cuma

Peder Augustín ve Amerikalı maymunbilimciler

Shintuya, Madre de Dios nehri üstünde, yolun sonuymuş. Oradan tekne bulursak 3-4 günde Puerto Maldonado'ya ineriz diye hesap ettik: sonrası Allah kerim. Cuzco'dan kamyonla iki günlük yol. Gece Pilcopata'da ikiz Rum madamların hanında kaldık, o da ayrı hikâye, başka zaman anlatırım. Amazon cangılının en derin kısmına daldık. Hayatta görmediğimiz cinsten punk kelebekler yer yer halı gibi yolu kaplamışlar, kamyon dalınca milyonlarcası birden havalanıyor.

Shintuya uyduruk bir yer. Bir yanda iskele komutanının evi, öbür yanda Katolik misyonu, okul, revir, beyaza boyalı kilise, o kadar. Buradaki kızılderililer dağlılardan farklı bir tür, kısa boylu. Giydirilmişler, belli ki, ama kırmızı popolu maymunlar gibi, takım taklavat açıkta. Peder Augustín'le tanıştık. Gözlüklü, zayıf, utangaç, laboratuvar asistanı kılıklı biri. Dilediğimiz yerde çadır kurabilirmişiz. Kendisi on senedir buradaymış. Hem öğretmenlik hem doktorluk hem papazlık yapıyormuş. Hırsızlıktan şikâyetçiymiş. Bir de kadınlar fırsat bulunca madenlere kaçıp fahişeliğe gidermiş, engel olamamış. "Belki size ihtiyaçları yok" dedim, provokasyon için. "Yetişkinlerde haklısın herhalde," dedi. "Ama çocukların neye ihtiyacı var bilebilir miyiz?" Ağır cevaptı. 27 yıldır aklımdan çıkmamış.

Ertesi gün Rio Manú'dan aşağı, saç baş dağınık, iki Amerikalı kız geldi. Önce ayna istediler, yüzlerine baktılar, yabanlıklarına şaşarak. Üç aydır ormandaymışlar. Gece maymunlarını incelemişler. Zooloji teziymiş. Gündüz yatıp gece ağaçlarda oturmuşlar. Oradaki yerlilerin ekolojik dengesi bozulmasın diye her türlü modern nesneden kendilerini arındırmışlar: konserve yok, çakmak yok, ayna yok, alkol kesin yok. Görürlerse almak isterlermiş. "Onların kültürünü bozmaya ne hakkımız var?" Argüman bu!

Gece ateş başında tartışma çıktı. Osman siyasi doğruculuktan şaşmaz, kızların tavrını anti-emperyalist buldu. Ben bir aşağılama sezdiğimi söyledim. Aşırı alınganlık yaptılar, küsüp çadırlarına çekildiler. Üç aydır insan yüzüne çıkmamış olmanın etkisi, belki, ya da üç ayın susuzluğuyla yutulan bir şişe aguardiente'nin etkisi.

Sonradan düşündüm, kızların aradığıyla Peder Augustín’inki o kadar farklı değildi: bir tür, benliğini aşma çabası. Ama Peder Augustín’de sanki daha bir cömertlik varmış gibi geldi.

28 Mart 2008 Cuma

Don Pancho

Huancabamba’daki devacılar çok iyidir, mutlaka gidin dediler. Baktık 140 kilometre, sabah gider akşam döneriz diye yola çıktık. Kamyon yolculuğu, sabahki bekleme hariç, 14 saat sürdü. 4000 küsur metrelik bir geçitten And Dağlarını aştık. Meğer hazretler Huancabamba merkezde değil, köylerde olurmuş. Don Pancho iyiymiş. İnsanın ruhunu okurmuş. Bir gün de katır tedarik etmekle geçti. Üçüncü gün, akıllara durgunluk veren birtakım dağ patikalarından düşe kalka gittik. Akşama doğru, ciğerlerimiz patlak körük gibi fıslayarak, Don Pancho’nun köyüne vardık.

Don Pancho tüm kızılderililer gibi ketum, ifadesiz bir adam. Ahırda yer gösterdi, oka çuvallarının üstüne yatak serildi. Yan bölmede domuzlar durmadan homurdandılar. Sabah kalktığımızda üstümüz halı gibi pire kaplıydı.

Gün doğarken gene yollara düştük. Donmuş bataklıklar, buzlu dereler aştık. Nihayet bulutların üzerinde, gri bir metal örtü gibi ışıyan Shimbe gölüne geldik. Don Pancho anadan doğma soyunmamızı emretti. Deliler gibi böğürerek soğuk suya girdik. Birtakım paslı kılıçlar, ne idüğü belirsiz aletler çıktı, İspanyolca İnkaca karışımı dualar okundu. Baharatlı otlarla bir alkol karışımı yapıldı, burnumuza çekmemiz söylendi. Kafadan kurşun yemek öyle bir duygu olmalı, şaşırtıcı.

Aynı yollardan, bu sefer kesif sis içinde Don Pancho’nun köyüne dönüldü. Yolda uzun ponçolar giymiş, silahlı, 30-40 kişilik bir atlı grubuna rastladık. Ya da bana öyle geldi, emin değilim.

Biz yokken evde bütün gün sanpedro kaynatmışlar. Halüsinojen bir kaktüsmüş. Don Pancho nihayet biraz açıldı. Bacağını kırsan, kriz geçirsen seni şehirde hastaneye gönderirim tabii dedi. Ama uzun süre iyileşmeyen hastalıkların yüzde doksanı kalpten gelirmiş. Modern tıp bunu anlamazmış. Shimbe gölünde arındıktan sonra sanpedroyu içince, yalnız kendi kalbini değil, yanındakilerin kalbini de açık kitap gibi okuyabilirmişsin.

Yöre köylerinden birkaç hasta daha vardı. Hep beraber içtik. Corinna-Barbara ile Osman ondan sonraki bir-iki gün tuhaf bir huşu içinde dolaştılar. Ben içer içmez sızmışım. Hakikate erme şansımı bir kez daha kaçırmış oldum, ne yapalım.

Köyden Huancabamba’ya, oradan Pasifik sahiline dönüşümüz gene 3-4 gün sürdü.