30 Ocak 2009 Cuma

Polonyalı ortağım ve emekli ajan

112. sokaktaki evden kimler geçmedi ki? Yorgo gitti, onun yerine Chris Burdza’yı aldık. Polonya’dan yeni gelmiş, ayı gibi bir herif, sinema okuyor. Hiperaktif, hiper geveze, çenesi açıldı mı sabahın yedisinden önce uyku uyunmaz, sosyalizmin eleştirisinden başlanır, Amerikan finans sisteminin inceliklerinden çıkılır. Askerliğini Sina Çölündeki BM Barış Gücünde yapmış. Oradayken uluslararası yardım faslından gelen konserveleri el altından Kahire’ye pazarlama işiyle uğraşmış, albayıyla parayı kırışmışlar.

Ben de o sırada Güney Amerika’dan maymun getirme işine takmışım. Peru’da bir maymun bilemedin 50 dolar, New York’ta 5000 dolara alıcısı var, güzel iş. Tek problem: Amerika’ya maymun ithal etmek yasak, bilimsel araştırma kurumları dışında. Derhal Polonya bağlantıları devreye sokuldu, Atlanta Üniversitesinden Polonyalı bir biyolog tedarik edildi, bilimsel araştırma izinleri alındı. Bir de şirket kurduk Longfellow Club adıyla. Ama Peru’daki adamlarımız fos çıktı, maymunlar hastalanıp öldü, ayarladığımız gemi gününden önce Peru’dan ayrıldı. Ortada kaldık.

Para tükenince mecbur kaldık bir ev arkadaşı daha almaya. Gazeteye ilan verdiğimiz gün kapı çaldı: filmlerdeki ajanlar gibi pardesülü, kasvetli bir adam. Merhaba hello, cebinden şık bir hareketle armalı damgalı bir hüviyet çıkardı gösterdi, bilmemne emniyet departmanı. Oracıkta kalp krizi geçirmediysek bir daha geçirmeyiz. Meğer emekliymiş, karısından ayrılmış, evsiz kalmış, kira ilanına gelmiş. Adı galiba Greg’di, unutmuşum. Tamam dedik anlaştık.

Emniyet görevlisiymiş, sabık İran şahının oğlunun korumalığını yapmış. Biraz ısındıktan sonra büyük projesini anlattı. Robert Vesco o tarihlerde Amerika’nın en “wanted” adamı, kaçak banker. Kafasına beş milyon dolar ödül koymuşlar, Bahama’larda özel mülkü olan adada yaşıyormuş, bizimki onu kaçırıp adalete teslim etmeyi düşünüyormuş. İlgilenir miyiz? E tabi, neden olmasın, ama silahlı işlere yokuz dedik. Tekne nereden temin edilecek, şuradan. Evrak? Kolay. Para? Kaynakları varmış.

Bir-iki hafta bu mevzularla geçti. Derken Greg ortadan kayboldu. İki hafta sonra karısı çıkageldi, eşyalarını topladı. Greg intihar etmiş.

Sonra Chris Pittsburgh’u keşfetti. Aramış, taramış, Amerika’da o güne dek majör bir filme konu olmamış en büyük kentin Pittsburgh olduğuna karar vermiş. İki günde oturdu senaryoyu yazdı, kömür madenlerinde geçen bir aşk hikâyesi, senaryo danışmanı da Sevan Nişanyan. Gitti Pittsburgh’un bütün zenginlerinin paçasına yapıştı, kapıdan kovanın bacasından girdi, sırf çene gücüyle adamları filmi finanse etmeye ikna etti. Julia Roberts’ı oynatacağım diye tutturdu, ama onu başaramadı, Jennifer Runyon’la yetindi.

Flight of the Spruce Goose 1986’da gösterime girdi. Ufak çaplı bir Hollywood başarısıydı, ama devamı gelmedi. Devrimden sonra Chris Polonya’ya dönmüş, halâ film yapımıyla uğraşıyormuş.

23 Ocak 2009 Cuma

Berduş Mehmet

Saç sakal karışık, evsiz, köpeğiyle yaşar, orada burada yatar, dağdan topladığı salyangozları yer, ama yetenekli çocuk dediler. Selçuk Sanayi çarşısında bir atölyeye sığınmış, mezar taşı yazıp üç beş kuruş kazanıyormuş. Bir vesileyle atölyesine uğradım. O da ne! Duvarlar baştan aşağı Velásquez kopyaları dolu, hem öyle böyle değil, ciddi işler, deliler gibi detay çalışmış. “Oğlum sen manyak mısın, bu ne?” dedim. Kuşadası’nda rahmetli Halûk’un dükkânından aldığı kitaplardan öğrenmiş. Velásquez’in kullandığı boyaları araştırmış, fırça tekniğini etüt etmiş. İspanya kralının kızlarının giysisindeki bir kıvrımı yakalamak için haftalarca uğraşmış.

“Kışın kalacak yerin var mı?” diye sordum. Yokmuş. O sırada bizim otelin inşaatı bitmek üzere. Bertolucci’nin Besieged filmini yeni görmüşüm, oradaki o eski Roma apartmanının iç mekânlarına vurulmuşum. Mekân dediğin görmüş geçirmiş olmalı, yeniyse eskiteceksin, öyle düdük gibi sonradan görme yerler olmaz. Gel, dedim, bir odayı sana hazırlayalım, yerleş, duvarları boya. Aklı yattı. Pompeii freskleri kitabından bir sayfa açtım, aynısını duvara yap dedim. Üç saatte kotardı. Tamam, altın madenini bulduk!

Efes’teki Teras Evleri o tarihte daha halka açılmamış. İzin alıp girdik, bütün gün fotoğraf çektik. İkinci yüzyıldan kalma evler, yer yer beş tabaka fresk var duvarlarda, kaç yüz yıl boyunca biri eskiyince üstünü sıvayıp bir kat daha boyamışlar. “Böyle bir şey istiyorum” dedim, ister aynısını yap, ister kafana göre takıl. Bir kat yapınca çekiçle girişip kıracağız, bir kat daha sıva atıp gene resimleyeceğiz. Gören ikiyüz senelik bina zannetsin, kimbilir kaç kuşak görmüş, tamirat geçirmiş. Sıvanın kırık yerinden alttaki resim görünsün, insanların hayal gücü kudursun.

Bir şevkle girişti, dev bir şölen kompozisyonu çalışmaya başladı. Bir ay boyunca o tabloyla uğraştı. Detayları yaptı bozdu gene yaptı gene bozdu. Ben sabırsızlanıyorum, bırak artık, daha o duvarı kırıp yeni kat yapacağız. Tıkandı, bunalıma girdi: sabit bir yerde hiç oturmamış daha önce. Bir gün pılını pırtını toplayıp ortadan kayboldu.

Haftalarca arayıp Antalya’da izini buldum, ama işin yürümeyeceği anlaşıldı. Antalya’daki bir otelin dekorasyon işini almasına aracılık ettim. O işten biraz para kazanmış. Kazandığıyla da Toros Dağlarında bir yerde orman içinde bir kulübecik satın almış, oraya taşınmış.

İki sene sonra gene rastladım. “Orman İdaresi tapu iptal davası açıp evime el koydu” dedi. Gene evsizmiş. ÖDP’ye katılmış. Avrupa Birliği’nin bir kapitalist ve emperyalist komplo olduğunu uzun uzadıya izah etti.

11 Ocak 2009 Pazar

Matematik Köyü nasıl kuruldu

(Agos 11.03.2009 & 18.03.2009)

İdeal eğitim mekânı nasıl olur? Ali Nesin’le yıllar boyu bunu konuştuk, denk geldikçe. Yaşam alanlarıyla ders alanı içiçe olmalı. Sessiz olmalı. Dünyadan kopuk olmalı. Ezici değil sevimli olmalı. Hocalarla öğrenciler bir arada yaşamalı. Mekân yönetimine öğrenciler bilfiil katılmalı. Ürpertici güzellikte köşeleri olmalı. On sene sonra geçecek mimari modalara kulak asmamalı. Küçük grupların toplanmasına uygun kuytu yerleri olmalı. Şehirde olmaz doğada olmalı. Ekmek fırını da olmalı. Bostan da olmalı.

En mükemmeli eski Anadolu medreseleridir dedik. Gittik beşyüz senelik medreseleri, onlarla aynı ruhu taşıyan eski İtalyan manastırlarını etüd ettik. Milet’teki İlyas Bey dergâhına aşık olduk. Taslaklar çizdik. Hoca evleri birinci avluda mı ikinci avluda mı olacak diye saatlerce didiştik.

Aziz Nesin bir Matematik Enstitüsü kurulmasını vasiyet etmiş, vakıf senedine de öyle yazmış, herhalde Ali Amerika’da kalmasın, Türkiye’ye dönsün diye düşünmüş. Ali’nin rüyası o. Benimki biraz farklı: hikâyesi olan şeyler yapmayı seviyorum. Bir de, gelip geçici olanın ötesinde bir Mutlak var mı? Erişilebilir mi? Onu merak ediyorum.

Yıllar geçti, ihtiyarlamaya yüz tuttuk. Hepsi lafta kalacak, hayata geçiremeyeceğiz diye hayıflandık.

İlham Doğu’dan gelir

2007 Nisanının ilk günlerinde Urfalı yaşlı bir yapı ustası Şirince’de yanıma geldi, iş istedi. Çok para istemezmiş, şantiyede yatarmış. Benim Kürtleri sevdiğimi duymuş, Selçuk’ta bunlara kimse iş vermiyormuş. Git amca dedim başımdan savdım.

O gece uykuya dalarken birden zınk diye kendime geldim: budur! Açtım telefonu Ali’ye, tamam başlıyoruz dedim. Bre dur, aman, ne oluyoruz? Şimdi başlamazsak bir daha olmaz dedim, biraz mantık, biraz mugalata, ikna ettim.

Bundan iki üç yıl önce Vakf’a gelir getirsin diye Ali Şirince’de bir ev almıştı. Satanlar onun yanında eşantiyon diye dağdaki on dönümlük zeytinliği de dayattılar. Mecburen alındı, bir işe yarayacağı yok ama olsun, öyle duruyor. İdeal enstitü yeri!

Oturduk hesap yaptık. Kaça malolur? Üçyüzbin lira diye kafadan attık. Elde ne var? Vakıf’tan ellibin çıkar, bilemedin yüzbin. Bende de bir ellibin var. Gerisi? Allah kerim, elbet bir yerden bulunur.

Çağırdım Urfalı amcayı. Nah şuraya bir istinat duvarı yapmaya başla sen hele dedim, gerisini düşünürüz. Proje? Lazım değil, eskiden proje mi vardı? Bir adet A4 kâğıdına bir şeyler çiziktirdim. Evler taş ve topraktan yapılacak, beşbin senedir yaptıkları gibi. Yan tarafta koca bir kaya kütlesi var, onun taşı yeter. Arazinin toprağı killi, çamur harcı için ideal. Demiryolları idaresinin söküp kilo hesabı sattığı eski traverslerden bin tane aldık mı ağaç işi de tamam.

Üç ayda yapılan köy

Harala gürele giriştik. Bizim Kürt ustalar birken üç, üçken beş, beşken yirmibeş oldu.Ta Muş’a, Şırnak’a kadar ünümüz yayıldı, torbasını kapan geldi. Tam üç ayda kırk yataklı dört koğuş, elli kişilik bir derslik, hamam usulü kubbeli iki banyo, kır kahvesi kılıklı bir sahra yemekhanesi, bir tane de amfi tamamlandı. On onbeş tane de çadır tedarik ettik, ne olur ne olmaz diye.

Ali’nin oniki seneden beri her yaz yaptığı bir matematik yaz okulu var. Önce Bilgi Üniversitesi bünyesinde başlamış, sonra namı yürümüş, her üniversiteden katılanlar oluyor. Her yaz başka bir yerde toplanıp birbuçuk ay sabah akşam matematik çalışıyorlar. Yurt dışından kerli ferli matematikçiler gelip ders veriyor. Denize girmek bile akıllarına gelmiyor. Not yok, para yok, iman gücüyle yürüyen bir acayip konsantrasyon kampı.

2007 yaz okuluna yetiştiririz diye karar verdik. Aklı başında adamlar gelip inşaatı geziyor, “güzel hayal ama yetişmez” deyip gülümsüyorlar. “Para lazım” diye gittik banka sahiplerinin, şirket kodamanlarının kapısını çaldık. Onlar da gülümsediler. Bunun üzerine Ali oturdu, onbin kişiye bir mail yazdı. Kimi bin lira, kimi on lira yolladı, bir ayda tam ikiyüzbin lira bağış birikti. Kağızman’ın köy okulundan “kusura bakmayın bu kadar verebiliyorum” diye özür dileyip maaşının yarısını gönderenler oldu. Dünyanın en ünlü matematikçilerinden biri İngiltere’den çıkardı ellibin lira gönderdi. Mermerciye büyük bir plaka yaptırıp para veren herkesin adını üstüne yazdırdık, duvara koyduk.

Bu arada mali müşavirimiz saçını başını yoluyor, “izinsiz bağış toplamak suçtur, hepimizi hapse atacaklar” diye. Kulak asmadık tabii.

15 Temmuz’da öğrenciler geldi. Sefil koşullarda Nesin Matematik Köyü’nün ilk yaz okulu başladı. Bir hafta sonra jandarma geldi, “hop birader burası Türkiye” diye kibarca anımsattı.

Gerçek dünyayla yüzleşmemiz ondan sonradır.

(Devamı haftaya)

Matematik Köyü Nasıl Kuruldu – II


(Geçen haftaki yazıda Sevan Nişanyan ve Ali Nesin Şirince’de bir Matematik Köyü kurmak için kolları sıvar.)

Altmış küsur üniversite öğrencisi geldi, yaz okulu başladı. Kokuyu alan gazeteciler de çok geçmeden damladı. İki gün sonra Sabah’la Star’da tam sayfa çıktık. Olay cazip, Türkiye’de benzeri yok: tamamen gönüllülük esası üzerinden işleyen bir akademik kamp, dünyaca ünlü profesörler katılyor.

Gazeteyi görünce bizim jandarma bölüğünün aklı başından uçmuş; adamlar kaçak köy yapıyor biz burada uyuyoruz diye dövünmüşler. Kamyon dolusu askerle geldiler, amfi ile hamamı mühürlediler, 48 saat da mühlet verdiler köyün boşaltılması için. Welcome to Turkey!

Öğrenciler panik içinde: bir kısmı bırakıp gitti, bir kısmı çadırda kalır devam ederiz havasına girdi. Sakin olun dedim, burası Türkiye, buluruz bir çözüm. Jandarmanın uyguladığı mühür teknik açıdan sakat bir işlem, öyle bir yetkileri yok. Savcılığa hitaben kurşun kalemle zehir zemberek bir dilekçe yazdım, bölük komutanının usulsüz işlemden şahsen cezalandırılmasını talep ettim. Sonra dilekçeyi alıp komutana gittim, bak sen efendi bir adama benziyorsun, bu dilekçeyi verdirme bana, yazık, diye izah ettim.

Devlet ricalinin böyle durumlarda ilk tepkisi kontrataktır. Altı saat toplantı yapmışlar, usulsüz mührü kaldırıp bu sefer “izinsiz eğitim kurumu işletmek”ten mühürlemeye karar vermişler. Ertesi gün yine bir kamyon asker geldi, mührü kaldırıp yeniden mühürlediler. Bu sefer medya tam ayaklandı. Radikal gazetesi, sağolsun, üç gün boyunca Matematik Köyünün kapatılmasını baş sayfadan sekiz sütuna manşet verdi.

Bir Rus matematikçimiz vardı, dünyaca ünlü biri. Tek kare fotoğraf çekmiş: arkada karatahta, üstünde feci karışık bir matematik problemi, önde de jandarmanın mührü. Bunu internete koydu. 24 saat içinde bütün dünya matematik alemi ayağa kalktı, yok artık olmaz böyle şey diye. Binlerce mail yağdı. Olay Devlet meselesi oldu. Başbakanlık devreye girdi. Birkaç gün sonra süklüm püklüm iki astsubay gönderdiler, mühürleri söktüler.

Arkalarından törenle teneke çaldırdım: maksat öğrencilerin morali yükselsin, kötü ruhlar kovulsun. Ali buna çok kızdı. Benden daha mülayimdir, barışa yatkındır.

Bürokratik bataklık

İşin bürokratik detayıyla sizi sıkmayacağım. Aslında olaydan aylar önce izin mizin için başvurmuşuz. Akılalmaz bir mevzuat batağına saplanıp kalmışız. İzin almak için önce yol lazım. Yol var paşa gibi, ama bunun seksen metrelik bir kısmı kadastro haritasında görünmüyor. O kısmı Orman idaresinden kiralamak için başvurmuşuz. Harita istemişler, yaptırmışız. Otuz-kırk tane evrak istemişler, temin etmişiz. Ankaralara gitmiş, gelmiş, gene gitmiş; bu sefer mevzuat değişti başka evrak isteriz demişler. Komşu parseli de satın almalısınız demişler, almışız. Yolu oradan geçiremeyiz kâğıt üzerinde başka yerden geçireceğiz demişler. Bu sefer teorik olarak yapacağımız yol için teorik olarak birkaç ağaç kesmek lazım, onun iznini almak için gene Ankaralara taşınmışız. Karşında bir sürü miskin adam, her biri topu başka bir kapıya atıyor. Bizde bir avukat, bir mali müşavir, bir iş takipçisi, neredeyse ful taym, kapı kapı dolaşıyor aylar boyu.

Ben uğraşamam, hayat kısa, izin filan almayalım dedim, Ali’yi ikna edemedim. İşin içinde Vakıf var, onu riske etmek istemiyor. Haklı. Ama yola çıkmışız bir kere, geri dönmek de olmaz.

Matematik Köyü meydan muharebesi

2007 yazı kazasız belasız bitti, öğrenciler gitti. Esas inşaat ondan sonra başlıyor. 2008’e 100 kişilik tam teşekküllü kampus yapmamız lazım.

Bölük komutanına gittim, teneke hadisesinden ötürü gönlünü aldım, gene başlıyoruz diye haber verdim. Yaptırmayız dedi. Görüşürüz dedim.

2007 Eylülünden 2008 Mayısına kadar yaklaşık 60 defa inşaatı jandarma bastı. Bizim Kürt ustaları toplayıp götürdüler, yeni usta tuttum. Onları götürdüler, başkasını buldum. Jandarma geldiğinde malayı elden bırakanı kovuyorum diye ilan ettim. Garibanlar zaten Doğu’dan alışıklar iki ateş arasında kalmaya, peki ağam dediler, çalıştılar.

Baktık sabah sekizde jandarma Selçuk çıkışına barikat kurup bizim işçileri geri çeviriyor, biz de altıda işbaşı yaparız dedik, gece karanlığında işe koyulduk. Sekiz-on gün ruhları bile duymadı.

Baktık olmuyor, stratejik tepelere iki gözcü yerleştirdik, yevmiyeli: jandarma göründüğünde sinyal veriyorlar, işçiler ormana kaçıyor. Astsubaylar geldi, dert yandılar, sizin yüzünüzden biz fırça yiyoruz diye. Onlara da acıdık, ama savaştır dedik, olur o kadar zayiat.

En komik olay da şu. Ankaradan üst düzey jandarma subayları gelmiş olay yerini incelemeye. Gözcüler sinyal verdi, işçiler kaçtı. Baktım gelenler birkaç tane sivil adam, çıktım karşıladım, yahu sizi jandarma zannettik adamlar kaçtı diye izah ettim. Kafa sallayıp kendilerini tanıttılar, albay, yarbay. Ne yapalım, güldük, çay kahve ikram ettik. Şantiyeyi gezdirdim. Hayran olup gittiler.

6 Haziran 2008’de Matematik Köyünü bitirip açılışa hazır hale getirdik. Bir kutu baklava alıp bölük komutanına gittim, centilmence mücadelesinden ötürü kutladım, senin yerinde ben olsam kopartırdım Nişanyan’ın kafasını diye empati yaptım, hatam olduysa affetmesini rica ettim, açılışa davet ettim.


Zirvede fikir ayrılığı

Ali’le aramızda biriken gerginlik açılış vesilesiyle kriz noktasına geldi. Benim fikrim, üç gün üç gece sürecek görkemli bir açılış yapmak. Selçuk eşrafını, devlet büyüklerini, basını çağırmak; Hüsnü’ye yahut Fazıl Say’a konser verdirmek. Ali “açılış yapılmayacak” diye kestirip attı. Burası bir bilim yuvasıymış, tanıtıma gerek yokmuş. Tabii esas hadise başka, Ali çatışmadan yorulmuş, daha fazla meydan okumak istemiyor. Ben ise onca mücadele vermişim, zaferin tadını çıkarma peşindeyim. Sert diyaloglar oldu.

Tam o günlerde canım zaten başka şeyden ötürü sıkkın. Çektim Etiyopya’ya gittim, Allahın kaybettiği bir dağ başında bin yıllık bir manastır buldum, birkaç gün orada kalıp kendi kendimle hesaplaştım.

Ali’le üç dört ay küs kaldık. Ama geride tam 32 yıllık arkadaşlık var. Hem yetmiş milyon içinde o kadar kaliteli bir deliyi bir daha nereden bulacaksın? Barıştık tabii.


8 Ocak 2009 Perşembe

Kontrbas çalan zenci

(Agos 11.07.2008)

Canımın feci sıkkın olduğu günler. New York`un kışı hele hiç çekilmez. Atlayıp tek başıma birkaç günlüğüne Puerto Rico`ya gittim. Aralık sonu hiç olmazsa denize girebilirsin.

Oradayken kasvet büsbütün bastı. Yanımda, Allah kahretsin, Anna Karenina`yı götürmüşüm okumak için. 83`ün yılbaşı gecesini, metruk bir sahil otelinde, tek başıma kusuncaya kadar içerek geçirdim. Kıskançlık kötü bir ruh hali, mantığa vurulması imkânsız. Kara bir zift gibi insanın içini kaplıyor, debelendikçe daha beter yapışıyor. Bunu bana nasıl yapabilir, nasıl, nasıl! Ölmeli. Yok öldürmeli. Yok ikisi birden… Bir yandan da salim aklınla düşünüyorsun: bir şey yok Sevan, alt tarafı ne olacak, kendince o da haklı, hem bunca yıllık karın.

Şimdiki değil tabii, o zamanki.

San Juan`a geçtim. Eski şehir sur içinde, Karayiplerden çok Akdeniz`i hatırlatan bir kasaba. Biraz Antalya`nın kırk sene önceki hali, ya da belki Magosa suriçi. Evler dökülüyor, çoğu metruk, ama bahçe duvarlarından deli gibi yasemin ve bugenvilya hevenkleri taşmış. Dökük bir pansiyona yerleştim. Tek özelliği eski usul ahşap panjurlardı: tropik ambiyans için birebir. Bahçede adam boyu, bilmediğim kırmızı çiçekler.

Akşam dolaşmaya çıktım. Sokaklar boş; tek tük zenci, onlar da sarhoş ya da daha beteri. Derken mucize denk geldi. Bakkal dükkânının önüne masa kurmuşlar. Beş on kişi toplanmış. Seksenlik sıska bir zenci ayakta kontrbas çalıyor, ihtiyar teyze de bir zamanlar bu işleri iyi bildiğini belli eden bir ritmle hafifçe salınıyor. Cazla salsa arası bir şey, ama nasıl karanlık akorlar, ne cüretkâr falsolar, ne kadar kırık ritmler! Baba Bach kromatiğin bu kadarına şapka çıkarırdı, kesin.

Iki saat oturup ağzım açık dinledim. Kötü düşünceler yavaşça geçti. Ya da geçmedi de küllendi, önemsizleşti, ta derinlerde ince bir sızıya dönüştü. Barışmaya karar verdim.

Gariptir, on sene Amerika`dan sonra Türkiye`ye dönmeye de galiba o gün orada karar verdim. Bir çeşit yorgunluk mu, hiçbir şeyin önemi yok duygusu mu, yenilgi mi, kim bilir. Insan ruhu karanlık bir deniz: fazla açılmaya gelmez.

Eski hayatlar

Sen eskiden otel yazarıydın, daha önce Marx’ın okunmaz kitaplarını çevirirdin, şimdi dilbaz olarak karşımıza çıktın, kafam karıştı, aynı Sevan mısın, klon musun, nesin diye sormuş değerli bir okurum. Ayrıca müteahhitliğim ve gecekondu mimarlığım da vardır, onu eklememiş ama herkes bilir. Unuttukları öteki kimliğim, Commodore-64 gurusu, memleketin ilk popüler bilgisayar firmasının kurucusu Sevan Nişanyan. Çoğu zaman ben bile unutuyorum.

Tatilde boş durma çalış

84 yazında üç haftalık bir tatil için İstanbul’a geldim. O sırada New York’tayım, harıl harıl doktora tezi yazıyorum Peru ve Arjantin’in siyasi partileri hakkında. Washington ile Boston arası bir kariyer mu­kadder görünüyor, sonradan Amerikan dış politikasının baba isimleri olacak kişilerle sohbetimiz var. Evliyim ama o evlilik de eskimiş, on seneden sonra Amerika da bıkkınlık vermiş.

Geldiğimin ikinci akşamı Yeniköy’deki Aleko’nun meyhanesinde Osman Kavala ile muhabbet açıldı, büyük bilgisayarların devri kapanıyor, şu home computer olayına bakmak lazım diye. Ben o yılın Ocağından beri Commodore’umla yatıp kalkmışım, Basic’i geçip assembly dili öğrenmişim, Sabit’le beraber çatır çatır program kırıyoruz, hatta hacker dergilerinde yazılarımız çıkıyor ufaktan. “Peki” dedi Osman, şu hadiseyi bir incele bak, Türkiye’de piyasası neymiş bunun.

Kimi liseden kimi adadan tanıdık çıktı, birkaç gün piyasada dolanıp çay kahve içtikten sonra tablo çabucak netleşti. Commodore o tarihte dünya lideri ama Türkiye’de doğru dürüst bir mümessili yok, birkaç firma tek tük getirip vitrinde satıyor, ilgi var, Taksim’de genç bir Yahudi adam distribütörlüğü almaya çalışıyormuş ama parası yok.

Adamlara bir teleks çektik, ilgileniyoruz diye. (O zamanlar teleks vardı, Bronz Çağından az sonra). Pazar araştırması isteriz diye cevap verdiler. E ondan kolay ne var? Bülent Tanla ile Asaf’ın evinde bir akşam yemeği, Devlet İstatistiğe bir ziyaret, üstüne bol esnaf dedikodusu, 50 sayfalık pazar araştırması iki haftada hazırlandı, dört dörtlük iş oldu. “Hong Kong’a gel görüşelim” dediler. Ne yapalım, yaz sonuna kadar burada kalırım şu iş yarım kalmasın diye düşündüm, gittim.

Örgüt kuruyoruz

Pazarlık süreci Kasım’a kadar sarktı. Mecburen üniversiteme yazı yazıp bir sömestre izin istedim. Arada İstanbul’da ve taşrada elektronik işi yapan bütün firmalar tesbit edilip teker teker gezildi, tanışıldı, bayilik konuşuldu. Reklam kampanyası tasarlandı. Gümrük mevzuatı araştırıldı. Software’den anlayan adam arandı. Şirket kuruldu. Bir yardımcı, bir sekreter derken ekip olmaya başladık. Baktım Taksim’deki Yosef’in yarışı bırakmaya niyeti yok, gittim konuştum; benim arkamda koskoca Kavala grubu var, başedemezsin, gel sen de bize katıl diye teklif ettim. Aklı yattı. Olduk mu birden 10-15 kişi?

Hong Kong-Londra arası dört beş kez mekik dokuduktan sonra nihayet anlaşma imzalandı, sıra siparişe geldi. Ben piyasayı koklamışım, yılda en az onbin satarız, bin taneyle başlayalım diyorum. Kavala yönetim kurulunda birtakım kibar kibar amcalar, “Sevan Bey siz gençsiniz heyecanlısınız, Türkiye’de o kadar ‘kompütör’ alacak kaç araştırma kuruluşu var, hadi şunu elli yapalım sizin de gönlünüz olsun” tavrındalar.

Al takke ver külah amcaları ikna ettik. 5 Ocak 1985’te 600 tane Commodore-64 Karaköy gümrüğüne indi. AYNI GÜN bütün gazetelerde çarşaf çarşaf Emre Senan’ın çizdiği dünya güzeli reklamlarımız başladı. Ki Türk basınındaki ilk kitlesel bilgisayar kampanyasıdır, bilgisayarı kargacık burgacık bir teknolojik alet değil her eve lazım bir ihtiyaç maddesi olarak sunan ilk kampanyadır. AYNI GÜN Teşvikiye’de Ralli Apartman'daki şirket merkezimize taşındık; tam hatırlamıyorum, on-oniki yeni eleman o gün işe başladı. Öğlene kadar 600 bilgisayar satıldı bitti. Öğleden sonra mal almaya gelip bulamayan yirmiye yakın bayi kapının önünde arbede çıkardılar, itiş kakış oldu, polis geldi. Onbin abartı olur hadi, ama beşbin makina olsa o gün satılacağı anlaşıldı.

Kaos ayları

Ondan sonrası kâbustur.

Hong Kong’dan ikinci parti malın gelmesi Şubat ayını buldu, o da aynı gün tükendi. Bilgisayar hadisesi birdenbire ülke çapında bir çılgınlığa dönüşme eğilimine girdi. Her gün gazetelerde dergilerdeyim, konuşma yapmak için beni Bursa’ya, Osmaniye’ye, şuraya buraya çağırıyorlar. Türkiye’nin ilk popüler bilgisayar dergisini çıkarmaya başladık; bütün gün şirket mesaisi yaptıktan sonra geceyarısı çocuklarla toplanıp dergi hazırlıyoruz. Oraya da Baytan Bitirmez müstear adıyla programcılık yazıları yazıyorum, sabahın ikisinden üçünden sonra.

Ekip oldu 70-80 kişi: hepsi deneyimsiz gençler, bir kargaşa bir kaos ki bildiğin gibi değil. Ben muhasebenin m’sinden anlamam, tahsilat filan bilmem. Piyasadan birkaç milyon dolar alacağımız var, bankalara borcumuz bunu da aşmış, halbuki o zamana kadar hayatta ikibin doları bir arada görmüşlüğüm yok. Holding’den başıma derhal bir maliye komiseri gönderdiler. Bilal, aslında düzgün adam, durduk yerde düşman sahibi oldum. Yıllar sonra bir yerde karşılaştık da barıştık allahtan.

Esas komiği şu: bu sırada ben hem asker kaçağıyım, hem 1980 öncesi örgüt üyeliğinden aranıyorum, aranıyor muyum tam da belli değil. Bir yandan ANAP’ın kongresine bilgisayar sistemi kuruyoruz, Ankara’ya gidip Erkal Zenger’le, Adnan Kahveci ile, parti kodamanlarıyla görüşüyorum. Bir yandan içim pır pır, bakanlığın kapısında kulağımdan tutup içeri atsalar sürpriz olmaz. Adamlara anlatamazsın da, inanılır gibi değil çünkü.

Sonunda iş patladı tabii. Nasıl patladığı müthiş hikâyedir, ama anlatmaya cesaretim var mı şimdilik bilmiyorum. İşin aslını Osman’la Asaf bilir, bir de galiba Zeynep. 1985 Mart başında apar topar memle­ketten gitmek zorunda kaldım. Gittiğim gün Hilton’da basın toplantımız var, yurt dışından Commodore’un büyük yöneticisi gelmiş. Podyuma çıkıp adamı basın mensuplarına takdim ettikten sonra kimseye haber vermeden, pır, ortadan kayboldum. Toplantının sonunu arkadaşlar bir şekilde getirmişler.

Eve dönüş

Kapağı New York’a atabildim, uzun bir yolculuktan sonra. Onca macera yaşanmış, artık üniversitenin uyuşuk koridorları çekilir mi? Gittiğim gün iki üç hocamı ziyaret ettim: onlar bana uzaydan gelmiş gibi bakıyorlar, ben onlara! Kararımı verdim, New York Başkonsolosuna gittim, “valla inanmayacaksınız ama hikâye böyle” diye a’dan z’ye anlattım. Pasaport istedim. Adamcağız hayretler içinde dinledi. Beş ay boyunca ne yapacağına karar veremedi. Uzun lafın kısası, 1985 Kasımında askerliğimi yapmak üzere Türkiye’ye döndüm.

O zamandan beri de buradayız, allahın izniyle.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Tunceli’de bir turist

(Agos 20.02.2009)

Darbe öncesinin en civcivli günleri, sosyalist devrimin eli kulağında, ya da öyle sanılıyor, umudun gözü kör olsun. Hadi dedik Hacıbektaş Şenliği’ne gidelim, Osman ve CB ile beraber. Osman’ın sosyal bilinci yerindedir, pratik bilinci pek olmasa da. Minibüsün koltuk içlerini tıkabasa devrimci literatürle doldurmuş, Hacıbektaş’ta tezgâh açacak, ya da tezgâhçı yoldaşları bulup onlara verecek. Tabii olmadı, Hacıbektaş da sıkıcı geldi. Tunceli’ye gidip devrim hazırlıklarını yerinde görelim dedik.

Mazgirt’e uğradık. Orası o yıllarda kurtarılmış bölge, girişte kızıl bayraklar asılı, ayyıldızsız. İnsanlarla tanışıldı, sohbetler edildi. Oradan Tunceli merkeze geçtik. Akşam meyhanede yemek yerken (ne güzeldi Tunceli’nin o eski meyhaneleri!) polis bastı, kimlik sordular. Arabada unutmuşuz. Arabaya gidildi. Polisin biri ön koltuğa dizini koyar koymaz, lank!, koltuk devrildi, kitaplar ortaya saçıldı. Ne lan bunlar? Doğru karakola, oradan askeriyeye. Kapattılar bizi bir koğuşa.

Üç gün gece gündüz sorguya çekildik. Mazgirt’te konuştuğumuz herkesi toplayıp getirdiler, o garibanlar da sorgudan geçti. Allah için bize kibar davrandılar. Ne de olsa Osman memleketin en büyük patronlarından birinin oğlu. CB de Amerikalı, benim sevgilim, sonradan ilk eşim. Tek problem üçüncü şahıs, onun kimliği şüpheli.

Çok kimliklilik

Açalım bir parantez, anlatalım. 78-79’da ilk Marksizm heyecanıyla birtakım haltlar karıştırmışım. En beteri, arkadaşların organizasyonuyla gidip askeri lise öğrencilerine devrim dersleri vermişim. Sonra öbürleri yakalanınca işi bana yıkmışlar; Ahmet Mehmet hep müstear isimdir, hepsi aslında Sevan Nişanyan’dır deyip paçayı sıyırmışlar. Ne de olsa Sevan yurt dışında, ona bir şey olmaz diye düşünmüşler. “Ben geliyorum” deyince merkez komite politbürosu edasıyla zehir zemberek bir mesaj gönderip dönmememi buyurdular. Kulak asmadım tabii, ama tedbir alma gereği hissettim.

Ne yapmalı? O dönemde bizim Yorgo’nun arkadaşı Kosta, antropolog sıfatıyla, New York Belediyesinin evsiz barksızlar bölümünde çalışıyor. Çıktık onunla beraber Bowery Street’in berduşları arasında birkaç gün geçirdik. On dolara adamlar değil kimlik, babalarının ruhunu bile satmaya hazırlar. Az sonra “çok kimliklilik” denilen hadiseye yeni bir yorum getirme aşamasına varmıştık. Ondan öte pasaport çıkarmak artık çocuk oyuncağı.

Uçurumun kenarında

Dönelim Tunceli’ye. Ortada bir Türk, bir Amerikalı kız var, bir de ne idüğü belirsiz bir başka adam. Berbat bir Amerikan aksanıyla çatır çatır Türkçe konuşuyor. Gece yorulduğunda Türkçesi bozulacağına açılıyor, ama adamların o kadarını anlayacak kadar diksiyon bildikleri şüpheli. Mazgirt’liler yemin ediyor, dün gayet güzel Türkçe konuşuyordu diye; ama onlar da Kürt’tür, Türkçenin iyisini ne bilsinler. Askerlerden biri tutturdu, “sen Ermeni misin?” diye. Hadi bakalım, buradan sağ çıkmayacağımız kesin.

Binbaşı geldi, bizi nehir boyunda dik bir uçurumun kenarına götürdü. “Bak Ermenileri buradan aşağı dökmüşler” diye anlattı, dostane bir tavırla. Hadi canım, diye düşündüm, 1915’te senin devletinin Dersim’de borusu ötmezdi; 1938’de Kürtleri dökmüş olmasınlar sakın. Ama dilimi tuttum, söylemedim.

Üçüncü günün sonunda “Ankara’dan haber geldi” dediler, “sizi salıyoruz”. Hayret ettik tabii, ama teşekkür etmeyi ihmal etmedik. Sıkı sıkı da tenbihlediler, siz bir an önce memleketinize geri dönün diye. Ertesi hafta zaten okul başlıyordu, gittik. Bir hafta sonra da New York’ta radyodan 12 Eylül darbesini duyduk.

Şimdi düşünüyorum da, ölümle yüzyüze gelmek aslında iyi bir şey. İnsan ondan sonraki ömrünü piyangodan çıkmış bir ödül gibi yaşıyor. Normal insanların kanını donduracak tehlikeleri basit birer şakaymış gibi algılıyor.

3 Ocak 2009 Cumartesi

Nemrut Dağının sahibi

(Agos 21.03.2008)

Ali Nesin, Mutlu, Müjde, bir de ben, Tatvan’daki Nemrut Dağında piknik yapalım dedik. Sene 2005, ortalık iyi kötü sakin görünüyor. Yoksa 98-99’da tam burada İtalyan turistleri kaçırmışlardı. Önce zirveye çıktık. Gelmişken gün batımını da görelim dendi. Bir yanda krater gölü, zift yeşili, öbür yanda deniz gibi Van Gölü: akıllara ziyan bir manzara.

Krater gölünün kenarında eskiden bir-iki uyduruk çayhane vardı, yıllar önce Osman’la, sonra Gabriele ile gelmiştim. Tabii yıkılıp gitmişler, ama birinin ocağı duruyordu. Hava iyice karardıktan sonra ateşi yakmayı becerdik. Türkiye’nin en ıssız yeri olmalı. 2500 metre rakımda, 6-7 kilometre eninde dev bir çanak. Yanardağın içi.

Ne olduğunu anlamadan gecenin içinden 7-8 kişi beliriverdi. Yamuk tipli adamlar, üstlerinde parka, ellerinde piyade tüfekleri, insanı kör eden projektörleri açtılar. Hot zot emirler, Kimsin! Eller yukarı! Böyle durumda işin can alıcı noktası soğukkanlılığını korumaktır. “Hele indirin bakalım şu aletleri” diye buyurduk. “Kör müsünüz, rakı içiyoruz!” Anlayalım dedik, hangi tarafsınız. Korucuymuşlar. Ayrıca bu dağın sahibi olan aşiretmişler. Gecenin bu saatinde ateş görünce akılları çıkmış. Terörist olamaz diye mantık yürütmüşler, ama başkaca anlam da verememişler. Buyur ettik. Görevdeyken içki içemezlermiş. “Başlatma şimdi göreve,” dedik. Şef, biraz tereddütle, bir kadeh almayı kabul etti. Gençler hala bekliyor, tüfekleri indirme emri verilsin diye.

Aşiretin başıymış. Esasen buralı değilmiş, Mutki’liymiş. Bunu duyunca bende hatlar karıştı. “Mutki’liler Zaza olmaz mı?” diye sordum. Öyleymiş, tabii, kendi de Zaza’ymış ama aşiret Kürt aşiretiymiş. Kendi her iki dili iyi bilirmiş, ama bunlar Zazaca bilmezmiş. Zaten, laf aramızda, Kurmancilerin aklı pek her şeye ermezmiş. Kadehler ikilendi. Adamlar etrafımızda çember oluşturup oturdular, saygıyla dinliyorlar. Bir türlü anlamamışlar, gecenin köründe burada ne yapıyoruz diye. Bir şey değil, gece xort inebilirmiş. Bende jeton düşmedi, “xort nedir?” diye sordum. “Canım xort işte, xozuları kapar hani” diye anlattılar, Türkçeleri kıt diye özür dileyerek.

Sonradan biz bize kaldığımızda “xort, xort” diyerek gülmekten geberdik.