31 Mart 2009 Salı

Kafkacı asteğmen, polis müdürü, Ermeni nalbur

(Agos 14.03.2008)

19 yaşımın yazı. Yunanistan ortalarında para suyunu çekti. Trene kaçak bindim, biletçi geldikçe tuvalete girip saklanıyorum. 5-6 saat öyle gittik, sonunda Serez’le İskeçe arasında bir yerde adam cart diye anahtarı sokup kapıyı açıverdi. Kıbrıs harekâtı yeni olmuş, pasaport da TC: epeyce küfür kâfirden sonra ilk istasyonda trenden atıverdiler, gecenin yarısı.

Jandarmaya gidildi, subay uyandırıldı, gene bir araba laf: “pezevengis” ve “sopa” anlaşılıyor. Pis bir bankoya oturttu, kendi de çenesi kopacakmış gibi esneyerek pasiyans açmaya başladı. Napolyon diye bir pasiyans vardır, ciddi zor. “Bilir misin” dedim. Homurdandı, ama öğretmeme ses çıkarmadı. Yedeksubaymış. Gerçek hayatta Alman edebiyatındaymış, Kafka okumuş. Rilke adı da geçti, ama İngilizcesi öyle kötüydü ki ne demek istedi anlamadım. Bugünkü aklım olsa bir-iki mısra söyleyebilirdim: “Erstaunte euch nicht auf attischen Stelen die Vorsicht menschlicher Geste? War nicht Liebe und Abschied so leicht auf die Schultern gelegt, als wär es aus anderm Stoffe gemacht als bei uns?” Falan filan.

Sabah İskeçe’ye sevkedildim. Demiryolu suçları polisin yetkisindeymiş. Orada ifade verdik. “Param yok, açım” dedim. Müdür beye çıkardılar. İskeçe’nin o zamanlar %80’i Türk; müdür de haliyle mükemmele yakın Türkçe biliyor. Pasaportu evirdi, çevirdi. “Ermeni misin?” dedi. Kafa salladım. “Bak yalan konuşma!” diye üsteledi. “Donumu mu indireyim?” dedim. Güldü. “Seni buradaki Ermenilere götüreyim, onların parası vardır” dedi.

Müdürle omuz omuza, sohbet ederek, İskeçe çarşısına çıktık. Şimdi ne olmuştur bilmem, o yıllarda tam bir Anadolu kasabası: külüstür dükkânlar, esnaf lokantası, cami. Garo Moralyan, nalburmuş. Dükkânın içi tıklım tıkış, zahire çuvalları, zirai ilaçlar, urganlar, nalbant çivileri. Beni kaybolmuş oğul gibi karşıladı. Besili danayı kestirmedi gerçi, ama güzel bir kahvaltı sofrası kurdurdu: peynir, bal, yandaki fırından anasonlu kurabiye. İskeçe’de topu topu on aileymişler. Kızlarını evlendirecek kimse yokmuş. Çıkarıp yirmi dolar verdi. Bir de Gümülcine’deki yebiskobosa vermek üzere bir not yazdı. Uğurladı.

Biraz otobüs, biraz otostop, aynı gün İstanbul’a varmayı becerdim. Garo amcaya parayı iade ettim, iki-üç kez kartpostal da yazdım. Sonra üşendim, öyle kaldı.

30 Mart 2009 Pazartesi

Sekiz kocalı zenci mama

(Agos 18.04.2008)

Kolombiya’nın Pasifik tarafı baştan aşağı balta girmemiş ormandır. Kasabalarda en kara cinsinden zenciler yaşar. 48 saatlik korkunç bir otobüs yolculuğuyla Quibdò’ya, oradan da bir günlük kamyon yolculuğuyla, yolun sonu olan Istmina’ya ulaşılır. Şehirden dönen zencilerin hepsi otobüste dev boyutlu nikel-krom müzik setleri taşır ve yol boyunca aralıksız olarak yüksek sesle salsa dinlerler.

Istmina’ya hava kararırken vardık. Ana cadde bir-birbuçuk km uzunluğunda, dar, iki yanında rengârenk boyalı, derme çatma, iki katlı ahşap evler sıralı. Yemek saati gelince herkes masasını, sandalyesini, kanapesini, koltuğunu, televizyonunu sokağa taşıdı. Yatalak dedeler, emekleyen bebeler dışarı çıkarıldı. Müzik setleri açıldı. Birinin kafeste papağanı da vardı yanlış hatırlamıyorsam. Hep beraber yemek yendi.

Sabah farkettik, caddenin paraleli, 6-7 metre aşağıda, nehirmiş. Evlerin nehre bakan tarafı büsbütün derme çatma, çoğu tiyatro kulisi gibi açık. İnsanlar, ancak zencilerin olabileceği kadar güzel. Çoğu yarı çıplak. Ailecek suyun içinde, yıkanıyorlar, şakalaşıyorlar, başka şeyler yapıyorlar.

Kaldığımız pansiyonun sahibi kocaman bir zenci mama idi. Sekiz kocadan dokuz çocuğu varmış. Kocaların iki ya da üç tanesi etraftaydı. Biri beyazdı, ipe ve kazığa yabancı değil gibi bir hali vardı. Senin burada ne işin var dedik. Ciddileşti. “Bak delikanlı,” dedi, “Kolombiya’da sağ kalmak istiyorsan böyle sorular sormamayı öğren.” Pardon dedik.

Ertesi gün polis geldi, komiserim bizi görmek istiyormuş. Uzun uzun çantalarımızı karıştırdılar, yasak yayın aradılar. Bir şey çıkmayınca dost olundu. Bol katkılı sigaralar sarıp ikram ettiler. Bunlar neyle geçinir dedik. Ağaçlar meyva dolu, niye çalışsınlar ki dediler.

Mamanın, biri sekiz biri on-oniki yaşlarında iki kızının resmini çektim. Baktıkça doyulamayan cinsten, insanın aklını başından alan bir güzellikleri vardı. Galiba hayatta çektiğim en güzel fotoğraf oldu. O sıralarda Soli’nin zenci bir sevgilisi vardı. New York’a döndüğümüzde çok beğendi, istedi. Kıramadım, ona verdim.

29 Mart 2009 Pazar

Siyon Dağının bekçisi

(Agos 04.04.2008)

Kudüs’ün Ermeni mahallesi içiçe avlulardan oluşan bir müstahkem yerleşim: tüm Kudüs’ün en Ortaçağ kokan yeri. Bir yerden sonra “Girilmez” diye tabela yazmışlar. Biz tabii burnumuzu sokmadan duramayız, etrafta da kimse yok, devam ettik. Tipik eski Akdeniz köyü manzaraları: güneşli bir meydancık, bir yanda bin yıllık bir incir ağacı, taş duvarlar. Yandaki okul binasından koro halinde çocuk sesleri geliyor.

Meydanın kenarındaki cüce evinden yaşlı bir kadın çıktı, elinde bulaşık köpüğü. “Buyurun ne aradınız?” diye sordu, kusursuz bir İstanbul Ermenicesiyle. Gak guk dedim. “Neden geldin?” diye üsteledi, “Nerede olduğunu biliyor musun?” Bilemedim. Burası dünyanın en kutsal yeriymiş. Siyon dağının tam tepesindeymişiz. Tavit mezmurları burada okumuş. Efendimiz tutuklandıktan sonra burada, Kayafas’ın sarayında sabaha dek işkence görmüş, şuradaki incir ağacına zincirlenmiş, sabahleyin Pilatus’un makamına sevkedilmiş. “Demek ki geldin ve haberin yok” dedi, acıyarak.

“İnanır mısın?” dedi. Sorguya çekilmek inat damarımı kabartır, “yok” dedim. Acıması arttı, daha kişiselleşti. “Bunca yüzyılın acıları boşa mı çekildi?” dedi. Bütün dünya kâfir de olsa inancı korumanın bizim görevimiz olduğunu, bunun için seçildiğimizi, bunun için sınandığımızı ve acı çektiğimizi anlattı. Müjde’yi sordu, Türktür dedim. Biraz daha kahroldu. “Ona Hıristiyanlığı öğretiyor musun?” Gene cık. Azametle, ve artık konuşmama izin vermeden, beni ayıpladı. Sonra biraz yumuşadı. Zannettiğim kadar cahil değilmişim, çünkü kalbimde bir şey olmasa burayı arayıp bulmazmışım. Çağrıldığımın farkında değilmişim.

Kahve içmeye cüce evine davet etti. Cezvede üç tane alaturka kahve yaptı. Kocası yatalak, dilsiz, çiş kokulu, yatıyordu. Kahire’de büyümüş. Evlendikten sonra Buenos Aires’te yaşamış. Bir ara Milano’daymış. Zenginmişler. “Buraya nasıl geldin?” dedim. Cevap vermeye gerek duymadı. Ayrılırken Müjde’yi öptü. Beni, yaramaz bir öğrencisini azarlar gibi uğurladı.

Sonradan kitaplara baktım. Hakikaten Siyon Tepesi Ermeni mahallesi içindeymiş. Kudüs’ün ilk yerleşimini Kıral Davut buraya kurmuş.

28 Mart 2009 Cumartesi

Mafyacı Torkom, Yezidi adam, müstakbel kayınvalidem

(Agos 28.02.2008)

Yerevan-Tiflis uçağı sabah 4’te kalkacak dediler. Gittik köpekler gibi bekledik. 10 oldu, 11 oldu, sonunda “petrol yok, uçak kalkmayacak” dendi. Lanet olsun!

İsyan çıkartmaya çalışanlar arasında Torkom öne çıktı. Tipik post-Sovyetik mafya babası: ince çizgili takım elbise, cepte silah kabartısı, Erzurum tipi kara bıyık, altın diş, altın yüzük. Parmakları kıllı ve Besler sucuğu kalınlığındaydı diye hatırlıyorum. Kavga etmenin faydası yok, gel taksi tutalım dedim. Aklı yattı. 40 dolarmış. Yarı yarıya bölüştük. Fare kılıklı bir adamcağızla çok konuşan anaç bir teyzeyi de hayrına arabaya aldık.

Yolculuk, unuttum, 8-10 saat, yol delik deşik, araba rahatsız. Depremin üzerinden bir yıl geçtiği halde tahribat manzaraları korkunç. Fare kılıklı adam, ortaya çıktı ki Yezidiymiş. Torkom kükredi, adamcağızın ne hainliği kaldı ne ikiyüzlülüğü. Müdahale etmek zorunda kaldım, yoksa arabadan atıyorduk. Yezidi okullarında şimdi Ermenice zorunlu olmuş, ama eskiden yokmuş. O yüzden Ermenicesi kıtmış. Goris-Kafan çatışmalarında Yezidilerin başı Ermeni milislerine bir kamyonet dolusu maşin hediye etmiş, bila ücret, adam döne döne onu anlattı.

Anaç teyze bu arada beni gözüne kestirdi. Çok akıllı bir kızı varmış. Buradaki insanlar kabaymış, onları beğenmezmiş, anne ben ancak Istanbullu biriyle evlenirim dermiş. Okumuş ve efendi tipleri severmiş. Çok da güzel yemek yaparmış. Tiflis’te mutlaka onlara yemeğe gitmeliymişim. Hem oteller bu devirde tekin değilmiş, onlara gitsem kanapede yatabilirmişim, çok rahatmış, vır, vır, vır… Tiflis’e doğru ablukanın dozu arttı. Artan bir cüretkârlıkla rotam planlandı, muhtemel kaçış yollarım kesildi. Perşembe olmaz hayır mutlaka Çarşamba gelmeliymişim, Perşembe de gezmeye gidermişiz. Torkom milli meselelerden sıkıldı, karı kız muhabbeti açtı. Fare kılıklı adam Goris-Kafan çatışmalarına giden kamyonet dolusu maşini bir kez daha anlattı.

Tiflis’te günlerce müstakbel kayınvalideme yakalanma korkusuyla dolaştım. Adı galiba Araksi’ydi ya da Hayganuş, unutmuşum. Sonradan düşündüm, o yemek davetini kabul etmeli miydim diye.

27 Mart 2009 Cuma

Kaliforniya Yüksek Mahkeme Reisi

(Agos 06.06.2008)

Geçen senenin Mayıs’ı olmalı. Asaf Savaş gelmiş, bizim otelin lokantasında başbaşa yemek yiyoruz, bir yandan harıl harıl siyaset konuşuyoruz. Yan masadan bir Amerikalı kalktı, geldi. “Hararetli bir konuya benziyor, ben de katılabilir miyim?” dedi. Efendiden bir zat, belli. Buyurun dedik.

İlk kez Türkiye’ye gelmiş. Ama gelmeden bir sürü kitap okumuş, haberleri izlemiş. En çok Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı ilgisini çekmiş. “Belli ki siyasi bir zorunluk yüzünden hukuku esnetmek zorunda kaldılar,” dedi. Erdoğan hükümeti hakkında olumlu yazılar okumuş, liberal İslami parti fikrini prensipte ilginç buluyormuş. Ama kabul edemeyeceği şey tesettür imiş. Kendisi Yahudiymiş ama dindar değilmiş. Spinoza’ya hayranmış. “Ahlakın temeli özgürlüktür” dedi, acaba anlar mıyız diye çekinerek. “Tesettürle özgürlüğü nasıl bağdaştırabilirsin?

Asaf sosyolojik argümanla girdi. Eskiden kamusal alandan dışlanan muhafazakâr aile kızlarının, türban sayesinde modern hayata adım atma imkânı bulduklarını, bunun bir tür korunma mekanizması olduğunu anlattı, Nilüfer’in kitaplarına da değinerek. Amerikalı duraladı. İşin bu yönünü hiç düşünmemiş.

Ben özgürlük konusunu deştim, maksat muhabbet olsun. “Türban mı özgürlüğü daha çok kısıtlar, bikini mi?” sorusunu ortaya attım. İlk isyanlar geçtikten sonra, kadının cinselliğini ilgi odağı yapan bir giysinin ne anlamda özgürleştirici olduğunu konuşmaya başladık. Spinoza ne derdi acaba? Bikini ile türban arasında seçim yapmaya zorlansa hangisini seçerdi? Biraz daha debelendi, sonra hak verdi. Tuş. Sonra 17. yüzyılın Holanda kadın giyimlerinden, Vermeer ve Rembrandt’ın resimlerinden sohbet açıldı. Evet, bütün kadınlar başörtülüymüş. Madem burada erkek erkeğeyiz hadi itiraf edelim dedik, kadehleri bikiniye kaldırdık.

Hukukçu olduğunu baştan söylemişti. Tam ne iş yaparsın dedik. Yargıçmış. Çıkardı kartını verdi: Kaliforniya Eyalet Yüksek Mahkemesi Başkanı filanca. Bizdeki Yargıtayla Anayasa Mahkemesinin toplamı gibi bir şey.

Ertesi sabah kahvaltıda karısını gördüm. “Kocama ne yaptınız, sabahın ikisinde geldi bana bir saat başörtüsü anlattı,” dedi gülerek.

Daha sonra Kaliforniya yüksek yargı çevrelerinden iki-üç konuğumuz daha oldu. Hepsini bizimki göndermiş, anlata anlata bitirememiş.

26 Mart 2009 Perşembe

Taksici Turan

(Agos 02.05.2008)

Bizim kasabadaki Ülkü Ocakları’nın bıçkın delikanlılarından biriymiş. Karısını dövmüş, yahut bıçaklamış, tam bilmiyorum. Hapishaneye geldiğinde, tavsiye üzerine, Susurlukçuların özel koğuşuna alındı. Sanırım hayatında o güne dek ulaştığı en yüksek mertebe, en büyük onurdu. Gelmeden tenbih etmişler, içeride o Ermeni var, ona da gerekirse haddini bildir diye. Kasılarak geldi, bunu da söyledi. Ama o ne? Susurlukçu abilerin o Ermeniyle aralarından su sızmıyor, her akşam beraber sofra kuruluyor, memleket meseleleri tartışılıyor! Afalladı, durgunlaştı. Susurlukçular çekip nasihat ettiler. Sevan Abi kültürlü adamdır, git konuş, istifade et dediler.

Ertesi gün bahçede yanıma aldım, bir süre sohbet ettim. Karısıyla sorunlarını analiz ettik. Taksiciymiş. Taksiciliğin etik kodunun zaafa uğradığından şikâyetçiydi. İnsanı insan yapan racondu. Racon bozulduktan sonra hayatın anlamı yoktu. Hak verdim. Sokrates de hak verirdi diye düşündüm.

Akşama baktım, bir karatahta bulmuş, isim listesi yazmış, başa beni koymuş. “Sen harbi taksiciymişsin abi” dedi. “Bilmeden sana haksızlık etmişim, o yüzden ilk sırayı sana yazdım.” Bir-birbuçuk ay boyunca o listeyi her gün yazdı, bozdu, gene yazdı. Her rastlaştığımızda korna sesi yaparak selam verdi.

Tahliyesinden önce Susurlukçularla beraber oturduk, konuştuk, akıl verdik. Karısını alıp bir gece bizim otelin balayı odasında kalmasını tenbihledim. Müjde sonradan çok söylendi ama bence doğru olan buydu. İçki içmiş, öbür müşterilerden yan gözle bakanlar olmuş.

Halâ iki-üç ayda bir uğrar, bir “ihtiyacım” olup olmadığını sorar. 19 Ocak 2007’den bir-iki gün sonra telefon etti, baş sağlığı diledi. Karısı ısrar etmiş, aramazsan ayıp olur demiş.

Geçen sene İsmail Türüt meselesi çıktığında da Taksici Turan’ı (ve ayrıca Laz Osman’ı ve saireyi) andım. Yasaklamak, asmak, kesmek yöntem midir diye ortaya soru attım. Pek duyan olmadı, galiba.

25 Mart 2009 Çarşamba

Yüzbaşı Pepo

(Agos 19.09.2008)

Bıyıklar eşkıya usulü, pala. Traş beş günlük. Kamuflaj, gerçek muharebe görmüş askerlere has pejmürdelikte. Yüzbaşıymış. İleriki köye kadar alabilir misiniz dediler. Askerlerde bir dostluk, bir sevimlilik! Bir sigaret yetmez aghpar can, al yarım paket al.

Halbuki bu yola girerken içimiz pır pırdı. Yukarı Karabağ’ın kuzeyinden esas Ermenistan’a bağlanan yol, meşhur Kelbecer Koridoru: Haritada var görünüyor ama kime sorduysak kafa salladı, gelen giden hiç duyulmamış, hem askeri bölge olabilir, belki izin gerekir. Oğlumla ikimiziz. Olmazsa döneriz dedik, girdik. Karadeniz’in en vahşi vadilerine taş çıkartan bir vadi yolu çıktı. İki taraf 3000 küsur metrelik dağlar, orman azmış, bir yanda deli gibi akan bir dere, şelaleler. Yol toprak, belli ki Brejnev zamanından beri tamir görmemiş. 70 kilometre boyunca hepsi üç dört köy var. Azeri köyleriymiş, boşaltılmışlar, evler tahrip edilmiş. Savaş biteli onbeş yıl olduğu halde üç beş kilometrede bir paslanmış, ciğeri sökülmüş tank leşleri yatıyor.

Yüzbaşının köyü Knaraşen’miş. Israr kıyamet, mutlaka evde bir çay kahve içeceğiz, gece de kalırsınız, yemek yeriz... Hava kararıyor, ileride 2600 metrelik zorlu bir dağ geçidi var. “Peki madem” dedik. Knaraşen köyü ormanın bir açıklığında, bir örnek 12 tane taş barakadan ibaret bir yer. İki sene önce Amerikalı zengin bir Ermeni yaptırıp hibe etmiş. Knar eşiymiş, rahmetli. Evin baş köşesinde, Atatürk yerine Knar Hanımın yağlıboya portresi asılı.

Bu hariç, tipik Anadolu eviçi. Ucuz makine halıları, divanlar, muşamba örtülü bodur yemek masası, askerlik resimleri, dantel örtülü televizyon. Eşi, Anahit, fır fır dönmeye başladı: çay kahve, peşinden şekerleme, peşinden mezelerle votka, peşinden ana yemek: geyik eti, Pepo kendi vurmuş. Resim albümleri çıktı: göğsüne kadar kara sakallı Pepo, fedai kıyafetinde. “Kurtuluş savaşına” katılmış, iki sene dağlarda gezmiş, 93’te Kelbecer yolunu göğüs göğüse çatışarak almışlar.

Üç çocukları varmış. Biri çatışmada ölmüş. On yaşındaymış, “baba ben de geleceğim” demiş, daha ilk gün vurulmuş.

Arsen Ermenice bilmez, bir yandan biz Türkçe konuşuyoruz. Pepo Türkçe zannettiği üç kelime Azerice’sini kanıtlamak için yırtınıyor: “uşah çoh yahşı”. Anahit çocuğa neden anadilini öğretmedim diye sitem edecek oluyor, Pepo gürleyip susturuyor: hayat böyle getirmiş, kadın, neden laf edersin! Çocuk sıkılmasın diye televizyonda uzun uzun aranıp TRT’nin uydu yayını bulunuyor: Ramazan sohbeti, İslamın faziletleri, mır mır mır. Abdullah Gül’ün gelişine pek sevinmişler. Barış olsa herkes için iyi olmaz mı canım? Sonunda Azeri kanalında canhıraş bir türkücü bulundu. Azeri şarkıcıları iyi oluyor, bunda herkes mutabık kaldı.

Barış olsa buraları Azerbaycan’a geri verilir belki dedim. İşte o imkânsızmış. Özbeöz Ermeni toprağı, kaç şehit verildi, olur mu öyle şey?

Gece kendi yataklarını bize verdiler, kendileri kanapede yattılar. Sabah ayrılırken bir elektronik flaşlı çakmak, sonra bir resim albümü, bir kavanoz bal, bir torba da elma hediye edildi. “Bizi sakın unutmayın” diye sıkı sıkı tembih ettiler.

Google Earth’ta Knaraşen görülüyor, 40 13 32 kuzey, 46 08 23 doğu. Pepo’nun evi sekizinciydi galiba.

RESİMALTI: Soldan: Anahit, Pepo, Arsen, komşunun kızı Liana, 9 Eylül 2008.

24 Mart 2009 Salı

Plajda uyku tulumuyla yatan kız

(Agos 25.04.2008)

Yorgo ile Mikonos’ta buluşmayı kararlaştırdık. O Atina’dan gelecek, ben İzmir’den. Birkaç gün adaları gezeceğiz. Tabii buluşamadık, tipik Yorgo. O zamanlar daha cep telefonu yok. Ağustos günü Mikonos limanında sap gibi kalıverdim.

Ortalık anababa günü. Otellerde yer yok, olsa da bende para yok. Baktım gençler iskelenin kenarındaki ufak plaja uyku tulumlarını sermiş. Ben de bir yerden bir yaygı ile pike tedarik ettim, kendime bir yer açtım. Ne olsa 25-26 yaşındayız. Bir şişe de şarap açtım.

Sabahın ikisinde uyandım ki, soğuktan, rutubetten ölmek üzereyim. Köpekler gibi titriyorum. Zifiri karanlıkta beynimi toplamaya çalışırken baktım, kol mesafesinde yatan biri daha var, gözlerini açmış bana bakıyor. “Çok üşüyorum” dedim. Sıkkın, biraz baktı. “Peki gel” dedi. Allahtan dişiymiş! Uyku tulumunun içine sığıştık. Pek İngilizce bilmiyordu. Biraz öpüştük, ama o da yorgundu, uyku galip geldi.

Sabah kahvaltı ısmarlayayım dedim. Çok erken olduğundan daha turistik yerler açılmamıştı: işçi kafeteryasında Yunanlıların kötü kahvesiyle yetindik. Şeker bir kızdı. Yüzü de güzeldi. Katalan’mış, Valencia’lı. Ailesiyle bozuşmuş, tek başına yollara düşmüş. Birkaç gün adalarda dolandıktan sonra Türkiye’ye geçecekmiş. “Kimbilir belki bir şey bulur yerleşirim” dedi. Belli ki elinden tutacak birini arıyordu. Yanağını okşadım, o aklımda kalmış. Atina vapuruna yetişmem gerekiyordu, orada bir sürü yapacak iş var, sonra da New York’a geçmem lazım, tez bekler, sınav bekler. Vedalaştık. Adını bile hatırlamıyorum.

Sonradan işin ahlaki yönünü düşündüm. Hangisi ahlaksızdır, soğuktan üşüyen birine sırtını dönmek mi, tanımadığı adamı yatağına almak mı? O zaman kafamda en ufak şüphe yoktu; şimdi de yok.

Bugün olsa elini tutmaya cesaret eder miydim? Onu bilmem, pek zannetmem. Zor.

23 Mart 2009 Pazartesi

Brother Philip

(Agos 23.05.2008)

Kudüs çarşısında dolaşırken gözüme ilişti. Soluk bir kartpostal, belli ki uzun süre beklemiş. Aziz Sava Manastırı imiş. “Bunu görmeliyiz,” dedim. “Gitmek zordur” dediler. Filistin tarafında, çölün gidilmez bir yerindeymiş. Sınırda arabamızı bırakıp Filistin plakalı taksiye geçmek gerekti. Taksici ısrarla vazgeçirmeye çalıştı, öyle bir yer yokmuş, varsa da gidilmezmiş, Betlehem’deki kilise daha güzelmiş vs. vs.

Çölde 15-20 km gittikten sonra dar bir vadiden aşağı inildi. Kedron Vadisi imiş, Kudüs’ten geliyor. Kutsal su. Manastırı 6. Yüzyılda Kayseri’den gelen Aziz Sava yapmış, Ortaçağ sonuna kadar bölük pörçük büyümüş, hepsi 10-15 bina. Nefes kesici bir bütünselliği var. Vadinin içinde, etrafı surla çevrili ve tamamen ıssız. Yanına kadar gelmeden görülmüyor. Kapıları vurduk, ses veren yok. Oysa içeride insan olduğu belli. Suyun karşı yakasına geçip bir ceviz ağacı altında piknik yaptık.

Ümidi kesip gitmek üzereyken birileri geldi, kapı açıldı. Ben girdim ama kadın giremezmiş, Müjde ile Mutlu dışarıda kaldılar. Pek misafir sever bir halleri yok. Brother Philip seni gezdirsin dediler. İngilizceyi Amerikan aksanıyla konuşan gençten bir rahip: uzun sakal, örgülü uzun saç, cübbesinin üstüne el örgüsü hırka giymiş. Kimsin, nesin diye sordum. Amerikalıymış, Rum veya Ortodoks da değilmiş, New Jersey’de otururmuş. Bir gün manastırın fotoğrafını görmüş ve “oraya gitmeliyim” diye düşünmüş. Bir hafta bile beklemeden, tek yön uçak biletini alıp buraya gelmiş. Kapıda iki gün bekletmişler. Sonra bir yıl deneme süresi vermişler. Bir yılın sonunda takdis edilmiş. Dört-beş senedir buradaymış. Yılda bir kez vizesini yenilemek için Kudüs’e gitmesi gerekiyormuş. Başkaca dışarıya çıkmamış.

Vaktini nasıl geçirirsin diye sordum. Günde unuttum kaç kez ibadet varmış, ayrıca ortalığı temizlermiş. Muhammed zamanında İslamın neden o kadar kolay ve hızlı yayıldığını anlamaya çalışıyormuş. Derhal derin sulara girildi. Kilisenin toplumdaki konumundan doğan bir sıkıntı olduğunu anlattım. Konstantinopl’a karşı şarkta doğan tepkiden söz ettim. Hak verdi. Kendisi olayı daha çok günah ve ceza boyutunda ele alma eğilimindeydi. Benim verdiğim sosyolojik açıklamaları bu dile çevirince sanki daha rahat anlayabiliyordu. Hayır, Runciman’ı okumamış. Gönderirsem çok memnun olacağını söyledi.

Çıktığımda hava kararmak üzereydi. Kızlardan epeyce sitem işittim. Tehlikeli görünümlü birkaç Filistinli genç, gün batımında çıkan çakallar gibi, etrafta dolaşmışlar.

Eve döndükten sonra Runciman’ın The Great Church in Captivity’sini bulup gönderdim. Eline geçmiş midir bilmem.

18 Mart 2009 Çarşamba

Allahın ipi

(Agos 18.07.2008)
Aksum civarında haline acıdım, arabaya aldım. 12-13 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Sırtında beyaz gabbi, başında papaz adaylarına özgü beyaz külah, elinde asa, belinde masallardaki gibi keçi derisinden cüz kesesi, İncil herhalde. Tek kelime dil bilmiyordu, mimiklerle de anlaşamadık. Halinde garip bir tedirginlik: utangaçlık desen sırf o değil, sanki aklı başka yerde.

Debre Damo`ya gidiyormuş, ama yolu hakkında pek bir fikri yoktu. Orayı ben de görmek istiyordum. Peki seni götüreyim dedim. Toz toprak köy yollarında sora sora iki saat gittik. Onbin yıllık Afrika manzaraları: davar güden yalınayak çocuklar, saz damlı taş devri köyleri.

Yerden tıpa gibi çıkmış dik bir kayanın dibine vardık. Amerikan westernlerinde olur hani: Dört yanı 20-30 metre yükseklikte düz duvar, tepesi yassı, bilemedin 500 metre eninde bir mesa. Habeşlere Hıristiyanlığı getiren Süryani azizlerinden Abuna Aregawi 6. yüzyılda Damo manastırını bu kayanın tepesine kurmuş. Kanatlı bir yılan kendisini yukarıya taşımış. Asansörsüz başka türlü mümkün değil zaten.
Köylüler yetişti. Bağırış çağırış seslendik, yukardan ipi saldılar. İp dediğim, ucuca eklenmiş sığır derilerinden yılan gibi bir şey. Bizimki bana şöyle bir gülümsedi, ipe tutunup hoplaya zıplaya çıktı, kayanın kovuğunda kayboldu. Şaka değil, 10-12 katlı apartman yüksekliği.

Benim belime sarıp düğüm attılar. İkinci bir ip daha sarkıtıldı, tutunup dengemi bulmam için. Çekmeye başladılar. Daha ikinci metrede içime inanılmaz bir korku girdi, burada öleceğim diye. Yalvar yakar seslendim, indirdiler. Herkes çok güldü.

Köylüler anlattı. Yukarıda 150 keşiş varmış. Bütün günleri dua ve oruçla geçermiş. Arasıra çarşıya indikleri olurmuş ama çoğu hayat boyu orada kalırmış. Pek aziz olanları kayanın dik yamacına oyulu tek kişilik hücrelerde bazen yıllarca kalıp kendini ibadete verirmiş. Ekmekle suyu yukarıdan iple sarkıtılırmış.

Bizim oğlan de keşişlerin elini öpmeye gelmiş. Kalır herhalde, bir daha inmez dediler.

NOT: Bu hadise iki gün önce oldu. Yazıyı Etiyopya taşrasında berbat bir internetçi dükkânından zor bela göndermeye çalıştım. Gitmiştir inşallah.