1982’de NYU’da Dankwart Rustow’un Çağdaş Türk Siyasi Tarihi master seminerini almıştım. Profesör Rustow o tarihte epey yaşlı, ama hala Washington’da sözü dinlenen üç-beş Türkiye uzmanından biri. 12 Eylül Anayasasının şekillenip onaylandığı günler, tartışma mevzuları da haliyle Türkiye’de istikrarlı bir demokrasi nasıl olur etrafında dönüyor. Döne dolaşa CHP masaya geliyor. Tarihte seçim kazanmamış ve belli ki hiç kazanmayacak bir partinin ana muhalefet olması Türk demokrasisinin en büyük sorunu: bunda herkes mutabık. Öbür taraf sırtüstü yatsa da seçimi kazanacak. Parti kapatsan, yasaklasan, bölsen de farketmiyor. Böyle olunca Halk Partisini destekleyen kesimler umutsuzluğa kapılıyor, radikal çizgilere yöneliyor, eninde sonunda askerden medet umuyor. Halk Partisi askerden medet umunca ister istemez seçimi gene öbür taraf kazanıyor. Fasit daire.
Çözüm nedir diye soru ortaya atıldı. O günlerde Ecevit partiyi terketmiş, yerine isim diye Erdal İnönü’nün adı geçiyor. Yani partinin iflah olma ihtimali sıfır. Dolayısıyla, dendi, mantıki tek çözüm partinin tasfiyesidir. Rustow düşündü, kıvrandı, hak verir gibi oldu. Ama hızlı bir tasfiyenin risklerinin altını çizdi: tepki doğurur, Aleviler sahipsiz kalır, solda radikaller güçlenir. Belalı işler. Dolayısıyla ne yapılacaksa usulca, tedricen yapılmalı: as they say in Turkish, “yavash yavash”. Ben sınıfın radikaliyim, bana döndü: “Ne dersiniz Mr. Nisanyan, bu konuda bir strateji kâğıdı yazar mısınız?”
Ben pas geçtim, tezi başka konuda yazdım. Sonraki yıllarda hep aklımın bir köşesinde o konu dolanıp durdu. 83’ten 93’e kadar Erdal İnönü. Sonra Deniz Baykal! CHP’yi “yavaş yavaş” tasfiye etme planı kuracak olsam bu kadar mükemmel bir strateji önerebilir miydim? Sanmam. Deha gerekir, o da bende yok.
Tamam, komplo teorileri her zaman yanlıştır. Onu biliyorum. Gerçek dünyada olaylara dahiyane tasarımlar değil, insanların aptallığı, beceriksizliği, hesapsız hırsları, korkuları, kıskançlıkları yön verir. Bir başka hocam Mao bağlamında söylemişti, “tarihte cehaletin önemini asla küçümseme” diye. Sanırım tarihe ilişkin söylenebilecek en derin sözlerden biridir.
Gene de, mesela son birkaç senedir paşaların ettikleriyle dediklerine bakınca insan kuşkuya kapılmadan edemiyor. Faraza Washington’un kurmay odalarında birileri oturup, “Türkiye’de ordunun itibarını nasıl kırarız? Bunları siyasetten usulca nasıl tasfiye ederiz?” diye dahiyane bir plan kurmuş olabilir mi acaba?
Yoksa her zamanki gibi, alelade etkenler midir gidişatı belirleyen?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder