16 Şubat 2012 Perşembe

Etiyopya'da geçmiş ve gelecek


Etiyopya’da şoförsüz araba kiralayamazsın, zaten kiralasan da başkentten uzağa gidilmez dediler. İşin kötüsü, başkasının sürdüğü arabaya hayatta binemem. “Şoförün” ne manaya geldiğini az çok bilecek kadar da turizm sektörünü tanırım, hiç öyle şeylerle uğraşacak halim yok. Avis’e sorduk, Hertz’e sorduk, ı-ıh, mümkün değil.

Gazetede oto kiralama ilanı gördüm, George Seferian. Belki soydaşlık uğruna iş çıkar dedim, kalktım ofisine gittim. Yarıdan fazla zenciydi, ama gayet fasih Türkiye Ermenicesi biliyordu. Ayrıca da İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Amharice, biraz Tigrinya vesaire. “Neden risk almak istiyorsun, amacın ne?” diye sorguladı. Kuzeyde kimsenin gitmediği birtakım manastırları görmek istediğimi anlattım. Seyahatin maksadın zaten biraz da risk almak değil mi? Risk istemiyorsan git evinde otur. Kafa salladı, “ben bu ülkede iki ihtilal gördüm,” dedi. Yumuşak insanlar gibi görünürlermiş, ama insanın başına ne geleceği belli olmazmış. “Bu araba o söylediğin yoldan geri gelmez,” diye kesip attı. Olmaz!

Büfenin üstünde kupalar vardı, Etiyopya ralli şampiyonluğu, Afrika kupası, 1960, 1970 falan. “Rallici miydiniz,” diye sordum. Öyleymiş. “Kötü ihtiyarlamışsınız siz,” dedim. “Risk almayan adam rallici olur mu?” Güldü, düşündü, kararsız kaldı. Sonra uzun uzun hayat hikâyesi anlattı. Talanın, cinayetin her türlüsü gelmiş başlarına, bizdeki 6-7 Eylül yanında çocuk oyuncağı kalır. Sonra “peki al,” dedi, çıkardı arabanın anahtarını verdi.

Abdülhamid zamanında epeyce Ermeni gelmiş buralara. Yerlilerle Avrupalılar arasında köprü görevi üstlenmişler. Yerlinin bilmediği, Avrupalının da tenezzül etmediği kaç çeşit zanaat varsa hepsini onlar (biraz da Rumlar) yapmış. Haile Selassie devrilince yüzde doksanı yurt dışına kaçmış. Kalanların da yarısı Derg rejimi zamanında katledilmiş. Şimdi hepsi birkaç yüz haneymiş. Otomotiv sektörü ellerindeymiş. Suvenir eşyası imalatçıları, müzik aleti yapanlar, matbaacılar filan da Ermeniymiş.

1923 civarında Haile Selassie – henüz Ras Tafari iken – Kudüs’e hacca gitmiş. Orada Ermeni yetimhanesini gezdirmişler. Çok etkilenmiş, 40 çocuğu memleketine götürüp saray orkestrası kurdurmuş. Şefleri Kevork Nalbandyan yarım yüzyıl boyunca ülkenin tek müzik otoritesi olmuş, halk müziğini derlemiş, okullar kurmuş, müzisyenler yetiştirmiş. Halen Etiyopyalı ne kadar pop ve gayrı-pop sanatçısı varsa doğrudan veya dolaylı olarak onun yetiştirdikleridir diyorlar. Ki Etiyopya popu yabana atılacak şey değildir, bütün Afrika’da tanınır.

*
Sonradan Addis’teki Türk girişimcilerden birkaçıyla da tanıştım. Birinin adı Rıfat’tı galiba, Filipinlerde bar işletmiş, şimdi buranın en havalı pavyonunu açmış. Davet etti: tıklım tıkış disko, yanan sönen ışıklar, otuz kırk tane fıstık kız. Eğlendik. Pamuk işi yapanlarla karşılaştık: Antepliymişler, bilmem kaç bin hektar ekim yapmışlar, Asya’ya göndereceklermiş. Sonra Türk lokantası: sahibi Denizli’li bir genç adam, içkisiz, duvarda karınca duası, Boğaz Köprüsü.

Manastırları hiçbiri duymamıştı. Turistik amaçla başkentten dışarı gitmiş olmama çok hayret ettiler. Hiç öyle bir şey gelmemiş akıllarına. Kuzeydeki (veya güneydeki) vilayetlerden haberleri yoktu. Eskiden bir ara sosyalist ihtilal olduğunu duymuşlar ama o da pek bir şey ifade etmiyordu.

Düşündüm. Bir yanda anıların yükü altında ezilmiş yaşlı bir toplum. Öbür yanda cehaletten beslenen çiğ, çıplak enerji. İstikbalin hangisinden yana olduğu belli.

*
Seferian haklıymış. O yollara gidilmezmiş. Araba geri geldi gerçi ama, geri gelme sayılır mı bilmem. Bir ayda üçbin kilometre yol yaptım, hepsi beş veya on tane özel otomobil gördüm. Araba döküldükçe, nalbanttan dönme birtakım çocuklar balta keser girişip bir yerlerini düzelttiler. Dönüşte bizim soydaşa neredeyse arabanın bedeli kadar bir cereme ödemek zorunda kaldım.

Feminizmin zararları


Ağtamar’da kilise ayini yapılması münasebetiyle Agos’tan arkadaşlar epeyce Van’a gidip gelmişler, eşrafından valisine kadar bir sürü insanla sohbetleri olmuş. Söz birliği etmişçesine hepsi aynı mevzuya gelmiş. Ermeniler bizim canımızdır, ciğerimizdir, öz kardeşimizdir, gitmeleri kötü oldu. Size burada arazi verelim, tatil köyü kurun. Diasporanız gelsin, bizi kalkındırsın. Biz burada define aramaktan yorulduk, kendileri gelse daha kolay olur.

Bu sonuncusunu söylememişler tabii, ama arif olan anlamış.

Bizimkiler İstanbul’a dönünce düşünmüşler, taşınmışlar, memlekette bu işi yapacak bir tane deli var diye karara varmışlar. Anlattılar. Olur dedim. Gençlerden Aris’i yanıma aldım, atladık Van’a gittik. Senelerden beri muhayyilemi kurcalayan bir yer var. Gölün güneyinde, adına Deveboynu dedikleri yarımadanın üzerinde, deniz kıyısında, akıl almaz güzellikte, ıssız bir çanak. Arkada, külah gibi sivri bir dağın tepesinde Aziz Tovmas manastırı, en az 10. yüzyıldan kalma. Önde, ileride, Ağtamar görülüyor. İki üç kilometre ötede Kanzak adlı Kürt köyü var, ortaçağ kıvamında. Dağlar heybetli; biraz yukarı çıkınca Sipan dağının heyula gibi silueti de beliriyor. “Burası olacak” diye deklare ettim. Meğer Sarkis abinin de hayalinde aynı yer varmış. Van’da tanıdığımız genç bir gazeteci arkadaş “size kimsenin bilmediği gizli bir yer göstereyim,” dedi. Onunki de aynı yer çıkmasın mı?

Bildiğin tatil köyü olmaz, dedim, bu yerin ruhuna ihanet olur. Hem Ermeni’nin zengini akılsız değil ki, neden parasını buraya gömsün? Burada gerçek bir köy kuracağız. Yüz yıl önce nasıl kurmuşlarsa aynen öyle kuracağız, aynı mimariyle, aynı malzemeyle, aynı teknikle. Düz toprak dam olacak, davar da olacak, tezek de olacak. Tamamen gönüllülük esasına dayalı bir proje olacak. Dünyanın her ülkesinden gençler gelecek, onbeş gün, bir ay, inşaatta çalışacak. Yeterli sayıda ev yapıldıktan sonra Kanzak köyü halkıyla bir şirket kurulacak, hayvancılık ve bağcılık yapılacak. Yanısıra kültürel etkinlikler yapılır, konferans panel manel olur, yöreye biraz hayat gelir. Etrafta Ermeni tarihine ve kültürüne ilişkin bitmez tükenmez malzeme var, yedi günlük gezi programı yapsan az gelir. Eh, bir miktar turist de gelse fena olmaz, gelir getirir.

Maksat ne? Bir, dünyaya saçılmış Ermenilere, anavatanla duygusal bir bağ kurabilecekleri bir odak noktası sunmak. Gençlerin unutulmaya yüz tutmuş bir hayat tarzıyla tanışmasını sağlamak. İki, Türk tarafına güzel bir jest yapma fırsatı vermek. Hem “gel birader bura senin de memleketin” diye yorumlanabilecek şık bir hamle, hem kimsenin onuru zedelenmiyor, özür dilenmiyor, kim kimi kesti bahsi açılmıyor. Üç, Van ahalisiyle bir bağ kurmak, onlara dostluk eli uzatmak. Bir taşla üç kuş.

Ayrıca köy kurmanın kendisi güzel iştir, yapan bilir. 

Van’da eşraf ve ayandan beş on kişiyle görüştük, hepsi heyecan gösterdi. Kalkınma fonundan para da veririz, iş makinası da veririz, Anıtlar Kurulunu da şey ederiz, otelimde bedava misafir ederiz, lafı mı olur? Ama dedik, bu iş Devlet meselesi, başbakanla el sıkışmadan olmaz, öbür türlü bürokrat tayfasının ödü kopar, taş koyarlar. Ali’yle beraber kalktık Ankara’ya gittik. Başbakanın yakın danışmanlarından biriyle konuştuk. Beğendi, teşvik edici şeyler söyledi, iş biraz daha olgunlaşınca Tayyip Bey’le randevu sözü verdi. Tanıdık birkaç milletvekiliyle, partililerle filan görüştük, hepsinin yüzünde gülücükler. Meğer memlekette herkes Ermenilerin böyle şeyler yapmasını istermiş, iyi mi? O bir şey değil, ben bunca senedir alışmışım her yaptığım işte Devlet’le didişmeye, ister misin şimdi Devlet bize arka çıksın? Vallahi ambale olurum, ne yapacağımı şaşırırım.

Arada bir Toronto, bir Paris turu attım. Oradaki aklı başında Ermenilere konuyu anlattım. “Oğlum saf mısın, sizi ham yaparlar” deyip acıyanlar oldu gerçi, ama genelde herkes fikri beğendi. Aris Fransa’nın büyük kentlerinden birinin belediye başkanıyla konuşmuş. Adam meğer Van kökenliymiş, şehrin bütün gençlerini oraya yığarım yeter ki isteyin demiş. Bu iş olacak galiba.

Olmadı. Feministlere takıldı.

Bize kurumsal bir çerçeve lazım dedik, Hrant Dink Vakfı’ndan daha uygunu olmaz. Aris’le gittik, şık bir sunum yaptık: bütçesi şu, takvimi şu, potansiyel kaynaklar şunlar. Sizden para filan istediğimiz yok, isminizi koyun yeter. Biraz düşünelim dediler. Allah sizi inandırsın, tam üç ay kıvrandılar, cevap bile veremediler. Çok güzel proje ama bizi aşar. Nesi aşar? Şey, karşı çıkanlar var. Kimmiş karşı çıkan? Eee, fikir iyi ama Sevan Nişanyan olmaz diyorlarmış. Nedenmiş o? Mmm, feministler filan Nişanyan’a karşıymış, o adam şöyle böyle diyorlarmış. Peki feministleri kim ipler? Öyle deme Sevan, önemli onlar...

Yavaşça, Van balonunun gazı kaçtı. Aris başka işlere daldı, ortadan kayboldu. Projeyi sevenler di’li geçmiş zamanda cümleler sarfetmeye başladılar. Bizim cemaatten pek kimse tanımam, o güne dek fazla bir ilişkim olmamış, bu saatten sonra kapı kapı dolaşmak içimden gelmedi. Nazar Büyüm “gel” dedi, “bütün vakıf yöneticileriyle bir toplantı yapalım.” O da bir başka alıngan meczuptur. Şirince’ye geldi, bir şeye kızıp kavga etti, küstü gitti. Konu öylece kaldı.

Feminizm zararlı bir ideolojidir diye boşuna demedim herhalde bunca yıl.