Etiyopya’da şoförsüz araba kiralayamazsın, zaten kiralasan
da başkentten uzağa gidilmez dediler. İşin kötüsü, başkasının sürdüğü arabaya
hayatta binemem. “Şoförün” ne manaya geldiğini az çok bilecek kadar da turizm
sektörünü tanırım, hiç öyle şeylerle uğraşacak halim yok. Avis’e sorduk,
Hertz’e sorduk, ı-ıh, mümkün değil.
Gazetede oto kiralama ilanı gördüm, George Seferian. Belki
soydaşlık uğruna iş çıkar dedim, kalktım ofisine gittim. Yarıdan fazla
zenciydi, ama gayet fasih Türkiye Ermenicesi biliyordu. Ayrıca da İngilizce,
Fransızca, İtalyanca, Amharice, biraz Tigrinya vesaire. “Neden risk almak
istiyorsun, amacın ne?” diye sorguladı. Kuzeyde kimsenin gitmediği birtakım
manastırları görmek istediğimi anlattım. Seyahatin maksadın zaten biraz da
risk almak değil mi? Risk istemiyorsan git evinde otur.
Kafa salladı, “ben bu ülkede iki ihtilal gördüm,” dedi. Yumuşak insanlar gibi
görünürlermiş, ama insanın başına ne geleceği belli olmazmış. “Bu araba o
söylediğin yoldan geri gelmez,” diye kesip attı. Olmaz!
Büfenin üstünde kupalar vardı, Etiyopya ralli şampiyonluğu,
Afrika kupası, 1960, 1970 falan. “Rallici miydiniz,” diye sordum. Öyleymiş.
“Kötü ihtiyarlamışsınız siz,” dedim. “Risk almayan adam rallici olur mu?” Güldü, düşündü,
kararsız kaldı. Sonra uzun uzun hayat hikâyesi anlattı. Talanın, cinayetin her
türlüsü gelmiş başlarına, bizdeki 6-7 Eylül yanında çocuk oyuncağı kalır. Sonra
“peki al,” dedi, çıkardı arabanın anahtarını verdi.
Abdülhamid zamanında epeyce Ermeni gelmiş buralara.
Yerlilerle Avrupalılar arasında köprü görevi üstlenmişler. Yerlinin bilmediği,
Avrupalının da tenezzül etmediği kaç çeşit zanaat varsa hepsini onlar (biraz da
Rumlar) yapmış. Haile Selassie devrilince yüzde doksanı yurt dışına kaçmış.
Kalanların da yarısı Derg rejimi zamanında katledilmiş. Şimdi hepsi birkaç yüz
haneymiş. Otomotiv sektörü ellerindeymiş. Suvenir eşyası imalatçıları, müzik
aleti yapanlar, matbaacılar filan da Ermeniymiş.
1923 civarında Haile Selassie – henüz Ras Tafari iken – Kudüs’e
hacca gitmiş. Orada Ermeni yetimhanesini gezdirmişler. Çok etkilenmiş, 40
çocuğu memleketine götürüp saray orkestrası kurdurmuş. Şefleri Kevork
Nalbandyan yarım yüzyıl boyunca ülkenin tek müzik otoritesi olmuş, halk
müziğini derlemiş, okullar kurmuş, müzisyenler yetiştirmiş. Halen Etiyopyalı ne
kadar pop ve gayrı-pop sanatçısı varsa doğrudan veya dolaylı olarak onun
yetiştirdikleridir diyorlar. Ki Etiyopya popu yabana atılacak şey değildir,
bütün Afrika’da tanınır.
*
Sonradan Addis’teki Türk girişimcilerden birkaçıyla da
tanıştım. Birinin adı Rıfat’tı galiba, Filipinlerde bar işletmiş, şimdi buranın
en havalı pavyonunu açmış. Davet etti: tıklım tıkış disko, yanan sönen ışıklar,
otuz kırk tane fıstık kız. Eğlendik. Pamuk işi yapanlarla karşılaştık: Antepliymişler,
bilmem kaç bin hektar ekim yapmışlar, Asya’ya göndereceklermiş. Sonra Türk
lokantası: sahibi Denizli’li bir genç adam, içkisiz, duvarda karınca duası, Boğaz Köprüsü.
Manastırları hiçbiri duymamıştı. Turistik amaçla başkentten
dışarı gitmiş olmama çok hayret ettiler. Hiç öyle bir şey gelmemiş akıllarına.
Kuzeydeki (veya güneydeki) vilayetlerden haberleri yoktu. Eskiden bir ara
sosyalist ihtilal olduğunu duymuşlar ama o da pek bir şey ifade etmiyordu.
Düşündüm. Bir yanda anıların yükü altında ezilmiş yaşlı bir
toplum. Öbür yanda cehaletten beslenen çiğ, çıplak enerji. İstikbalin
hangisinden yana olduğu belli.
*
Seferian haklıymış. O yollara gidilmezmiş. Araba geri geldi
gerçi ama, geri gelme sayılır mı bilmem. Bir ayda üçbin kilometre yol yaptım,
hepsi beş veya on tane özel otomobil gördüm. Araba döküldükçe, nalbanttan dönme
birtakım çocuklar balta keser girişip bir yerlerini düzelttiler. Dönüşte bizim
soydaşa neredeyse arabanın bedeli kadar bir cereme ödemek zorunda kaldım.