26 Eylül 2008 Cuma

Komplo Teorisi

1982’de NYU’da Dankwart Rustow’un Çağdaş Türk Siyasi Tarihi master seminerini almıştım. Profesör Rustow o tarihte epey yaşlı, ama hala Washington’da sözü dinlenen üç-beş Türkiye uzmanından biri. 12 Eylül Anayasasının şekillenip onaylandığı günler, tartışma mevzuları da haliyle Türkiye’de istikrarlı bir demokrasi nasıl olur etrafında dönüyor. Döne dolaşa CHP masaya geliyor. Tarihte seçim kazanmamış ve belli ki hiç kazanmayacak bir partinin ana muhalefet olması Türk demokrasisinin en büyük sorunu: bunda herkes mutabık. Öbür taraf sırtüstü yatsa da seçimi kazanacak. Parti kapatsan, yasaklasan, bölsen de farketmiyor. Böyle olunca Halk Partisini destekleyen kesimler umutsuzluğa kapılıyor, radikal çizgilere yöneliyor, eninde sonunda askerden medet umuyor. Halk Partisi askerden medet umunca ister istemez seçimi gene öbür taraf kazanıyor. Fasit daire.

Çözüm nedir diye soru ortaya atıldı. O günlerde Ecevit partiyi terketmiş, yerine isim diye Erdal İnönü’nün adı geçiyor. Yani partinin iflah olma ihtimali sıfır. Dolayısıyla, dendi, mantıki tek çözüm partinin tasfiyesidir. Rustow düşündü, kıvrandı, hak verir gibi oldu. Ama hızlı bir tasfiyenin risklerinin altını çizdi: tepki doğurur, Aleviler sahipsiz kalır, solda radikaller güçlenir. Belalı işler. Dolayısıyla ne yapılacaksa usulca, tedricen yapılmalı: as they say in Turkish, “yavash yavash”. Ben sınıfın radikaliyim, bana döndü: “Ne dersiniz Mr. Nisanyan, bu konuda bir strateji kâğıdı yazar mısınız?”

Ben pas geçtim, tezi başka konuda yazdım. Sonraki yıllarda hep aklımın bir köşesinde o konu dolanıp durdu. 83’ten 93’e kadar Erdal İnönü. Sonra Deniz Baykal! CHP’yi “yavaş yavaş” tasfiye etme planı kuracak olsam bu kadar mükemmel bir strateji önerebilir miydim? Sanmam. Deha gerekir, o da bende yok.

Tamam, komplo teorileri her zaman yanlıştır. Onu biliyorum. Gerçek dünyada olaylara dahiyane tasarımlar değil, insanların aptallığı, beceriksizliği, hesapsız hırsları, korkuları, kıskançlıkları yön verir. Bir başka hocam Mao bağlamında söylemişti, “tarihte cehaletin önemini asla küçümseme” diye. Sanırım tarihe ilişkin söylenebilecek en derin sözlerden biridir.

Gene de, mesela son birkaç senedir paşaların ettikleriyle dediklerine bakınca insan kuşkuya kapılmadan edemiyor. Faraza Washington’un kurmay odalarında birileri oturup, “Türkiye’de ordunun itibarını nasıl kırarız? Bunları siyasetten usulca nasıl tasfiye ederiz?” diye dahiyane bir plan kurmuş olabilir mi acaba?

Yoksa her zamanki gibi, alelade etkenler midir gidişatı belirleyen?

19 Eylül 2008 Cuma

Ermenistan İzlenimleri

Kimlik çakışması

Arsen’le bana evsahibi takım tribünlerinden bilet vermişler; bilerek mi, yanlışlık mı belli değil. Maç öncesi heyecan dorukta, yirmibin taraftar “Hayastan!” diye yırtınıyor. Öbür tarafta Türklere ayrılan tribün boş, yüz kişi ya var ya yok. Arkadaşlar orada, güvenlikten rica ettik, polis barikatını aşıp onların yanına geçtik.

Genç Sivillerin 12 kişilik mangası televizyon ekiplerinin ilgi odağı olmuş. “Sınırsız dostluk,” “Teşekkürler Gül,” “Arda topu Sarkis’e at” pankartları açılmış, Türkiye ve Ermenistan bayrakları sallanıyor. Yerel televizyoncuların sorularını tercüme etmek bana düştü. Dostluk ve barış mesajları verildi. Gene de içimde coşku yok: çift bayrak da olsa, bayrak sallamak bana göre değil. Barış ve dostluk? Ulusların dostluğundan bana ne! Ulusların dostluğuna inanmak için uluslara inanmak lazım.

Beri yanda 50-60 kişilik TIR şoförleri grubu, büyük bir Türk bayrağı açmışlar. Birinci golden sonra cesarete geldiler, “En büyük Türkiya!” diye coşmaya başladılar. Sigara istemek bahanesiyle onların arasına karışıp oturduk.

Cep telefonum çaldı. Hapisten tanıdığım Susurlukçulardan biri, televizyondan görmüş, Sevan Abisinin hatırını sormak istemiş. Kimi tuttuğumu sordu. “Tabi bizimkileri” deyip topu taca attım. Gülmekten kırıldı.

Maçtan sonra güvenlik nedeniyle bir süre tribünden çıkmamıza izin vermediler. Ortam dostça, karşılıklı şakalar yapılıyor. Polislerden biri Ermenice bildiğimi görünce bana gelip sordu, hepiniz Türkiye Ermenileri misiniz diye. “Benden başka Ermeni yok galiba” dedim. Hayretle kafa sallayıp gitti.

[[Resim: Genç Siviller Madenataran önünde.]]

Soykırım Müzesi

Gruptan birkaç kişi Soykırım Müzesini görmek istedi. İngilizce ve Ermenice rehberlik varmış, Ermenice istedik. Rehberimiz Şuşanik, şeker bir kız. İlk kez bir Türk grubuna anlattığı için heyecanlı.

Çevirmen gene benim, yorum katmadan her söylediğini aktarıyorum. Sıra 1909 Adana olaylarına geldi. Katliamı Genç Türkler organize etmişler, 30.000 kişi öldürmüşler. Burada yanlışın var dedim, Adana olayı İttihatçılara karşı bir ayaklanma olarak başladı. İttihatçı hükümet olayları bastırmaya çalıştı, hatta Türklerden 30-40 kişiyi astılar. Şiddetle itiraz etti, 1915’in canileri 1909’da suçsuz olabilirler mi? Mantığın alacağı şey mi? Tam öyle, diye sürdürdüm. İttihatçıların Adana’dan sonra Ermeni meselesinde tavır değiştirmesi, çok az üzerinde durulmuş bir enteresan konu. Belki de 1915’e giden yolun en mühim dönüm noktası.

Bizimkiler sabırsızlıkla çeviri bekliyorlar: Hayrola Sevan Bey tartışma mı çıktı? Onlara konuyu özetledim. Bu sefer Şuşanik üzüldü. “Keşki aramızdaki görüş ayrılığını onlara yansıtmasaydın” dedi.

Turdan sonra sohbet ettik, ne iş yaptığımı sordu. Oteli söyledim. Nişanyan diye otel adına izin veriyorlar mı diye hayret etti. Yirmi sene önce kimse aklından geçiremezdi, ama şimdi rahat dedim.

Ayrıca g.. ister diye belirtmedim.

Ermenistan’ın en güzel küçük otelleri

Daha Türkiye’deyken birkaç kişiden duymuştum, Tufenkian adlı bir Amerikalı Sevan Gölü kıyısında harika bir küçük otel kurmuş, tam bizim seveceğimiz türden bir yermiş. Mutlaka gidile!

Sorduk soruşturduk, gölün ıssız Doğu yakasında, Tsapatagh diye kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeymiş. Yerlilerden kime sorduysak Tsapatagh’ı bilen yok. Sonradan iş anlaşıldı. Meğer Tsapatagh’ın bilinen adı Kızılkend’miş, değişmiş. Azeri köyüymüş, 92’de boşaltılmış. İmroz’daki Rum köylerini anımsatan bir lanetlenmişlik duygusu, girer girmez insanı vuruyor.

Otel güzel. Yerel mimariye uygun, detayları dürüst ve kusursuz. Enfes kilimlerle donatılmış, araya müzelik çanak çömlek serpiştirilmiş. Ekip iyi eğitilmiş. Belki biraz fazla North American. Trendy.

Daha sonra Dilican’da Tufenkian’ın yeni otelini gördük. İnşaat sürüyor, daha açılmamış, ama şimdiden Dilican’ın avuç kadar tarihi mahallesine damgasını vurmuş. Güzel bir bina, eskiden han yahut hangar gibi bir şeymiş. Sanat atölyeleri, lavaş fırınları, tandırlar, ahırlar, halı tezgâhları: idealize bir geçmişi yeniden canlandırmak için servet harcanmış.

Restorana buyur ettiler. New York’un en sofistike mekânlarına yaraşır bir sadelikte: şık. Menüde rahmetli anneannemden bildiğim antika yemekler. Erikli kuzu külbastı. Harisa, yani keşkek, robotta değil havanda dövülmüş. Maraş kebabı. Rezeneli turşu. Tarhun otu. Taze kişniş. Aşure.

Ülkenin her yerinde güzel yemek yedik, ama en güzeli kesinlikle buydu.

Diaspora

Garni’deki antik tapınakta Arsen’le resim çekmeye çalışıyoruz. Yaşlıca biri yanaştı, Türkçe duyunca hayret etmiş, Türkler de mi geliyor buraya diye. Ağır Adana-Antep ağzıyla kusursuz Türkçe konuşuyor.

Hoş beş, hayat hikâyesi faslı başladı. Adanalıymış (“ailem” değil, kendisi). Lübnan’da doğup büyümüş. Orada aile içinde hep Türkçe konuşurlarmış. 46’da kalkıp anavatandır diye buraya göçmüşler. Üniversitede okumuş, maden mühendisi olmuş. Ermenistan’ı hiç sevmemiş. Buranın halkı yabaniymiş. Lübnan’dan, Halep’ten, Suriye’den gelenlerde kültür varmış, nezaket varmış. Tiyatroya giderlermiş, silindir şapka takarlarmış, buradakilerde külakh’tan başka başlık yok. Batılılara “aghparlar” diye isim takmışlar, çok eziyet etmişler. Zaten gelenlerin çoğu 91’den sonra kapağı Avrupa’ya, Amerika’ya atmış. Kendi de 38 yıl önce Kiev’e gitmiş. Orada kafe işletiyormuş. Halinden memnunmuş. Yanında oğlu ile gelini vardı. Kız sarı kafalı, mavi gözlü, aralarında Rusça konuşuyorlar. Buradan Geğard manastırına gidip mum yakacaklarmış.

Onlardan ayrıldık, bir başkası yanımızda bitiverdi. Cüsse, bıyık, Diyarbakır işi. Türkçe konuşmamız ilgisini çekmiş. Kendi de Kürdistan Ermenilerindenmiş. Zaho’luymuş. Körfez Savaşında orada işler zorlaşınca Bağdat’a göçmüş. İki yıl önce de kapağı Ermenistan’a atmış. Sohbeti bizim Ermeniceye çevirince iyice rahatladı. Cümle içine “tamam”lar “babo”lar karışmaya başladı.

Suvenir dükkânında car car Türkiye Ermenicesi konuşan 5-6 kişilik bir grup; hallerinden belli, ya Amerikalı ya Kanadalılar. Onlarla da tanıştık. Toronto’lu çıktılar. North York, Don Mills, hangi cadde, hangi sokak derken, aa! annemin eski apartman komşusu! Adresler alındı, selamlar iletildi. Öğleden sonra onları da Geğard’da mum yakarken gördük.

[[Resim1: Adanalı baba oğulla Garni’de.]]

Kutsal topraklar

Goris’teki otelin sahibine bir günde üç manastır gezdiğimizi anlattık. Yüz tane görsen bıkmazsın dedi. Haklı.

Ülkenin üzerinden Sovyet rejimi tank gibi geçmiş. Bir tür medeniyet getirmişler, doğru. Her yerde heybetli kamu binaları, düzenli sokaklar, birörnek kolhoz köyleri yapılmış. Adım başı sosyalist heroizmin anıtları: saldırgan, ama en azından bizdeki beton mustafalardan iyi. Sistem belli ki kısa bir süre işlemiş de. Sonra çarklar durmuş, her şeyin üstünü gri ve kasvetli bir toz örtmüş.

O tozun örtmediği yer manastırlar. Her biri bir ıssız dağın başında, insanın tanrıyla – ya da kendi ruhuyla – yalnız kaldığı yerler. Dünyanın pek az yerinde benzeri olan bir mimari kusursuzlukla inşa edimişler. Hepsi aynı ruhun eseri,ama hiçbiri diğerinin aynı değil. Etrafta sükûneti bozan hiçbir şey yok, ne turist otobüsleri, ne bilet, ne levha, ne satış standı, ne otopark ücreti, ne terbiyesizce “restorasyon” gösterileri. Sınırın berisindekiler gibi vahşet izleri yok, ama Batı’nın kibar cilası ile de (henüz) kirlenmemişler. Bin yıldan beri değişmeden oradalar.

Beş günde on mu, oniki tane mi ziyaret ettik, unuttum. Khor Virap: Ağrı’nın tüyler ürpertici kütlesine karşı yapayalnız; üç beş aile gelmiş, kurbanlık horoz getirmişler. Noravank: bir çalımla dağın üstünde dikilmiş, sarışın. Gndevank: kaç yüz yıllık ceviz ağacının kuytusunda, yosun kaplı, büsbütün sessiz. Datev: aşılmaz bir vadinin sonunda, sisle bulutun karıştığı yerde. Üç tane gençten papaz, kendi başlarına mezmur söylüyor; tek başına bir Alman kadın, birkaç gündür buradaymış, resim yapıyor.

Dadivank: ormanın en ıssız yeri, yanından deli bir dere akıyor. Goşavank: kusursuz bir Karadeniz köyünün kucağında, başka bir dünyaya açılan kapı. Hağardzin: ormandaki tüm ağaçlar dilek bezleriyle donatılmış. Birkaç kişi mum yakmaya gelmişler, üçü Fransa’dan, biri Uruguay’dan. Marmaşen: bozkırın kovuğunda umulmadık bir vaha; çobanın biri koyunları salmış, kitap okuyor. Yereruyk: daha eski çağların anılarını taşıyan bir Asya tapınağı.

Buraların tanrısı öyle kitapla, kanunla, öğütle, ayıpla gelen bir tanrı değil. Yer tanrısı: yerin kendisi kutsal.

[[Resim2: Goşavank.]]

12 Eylül 2008 Cuma

Yuri Usta ile karısı

Rusya’nın ortalarında bir yerde arabaya benzin yerine salyarka kattılar. Gazyağı gibi bir şeymiş: yarım saat gittik ya gitmedik, motor hapı yuttu. Şansımıza tam oracıkta bir privat tamirhane belirmez mi? Sene 92, Rusya’da özel tamirci bulunmaz Hint kumaşı. Devlet tamirhanelerinde iki ay sonraya randevu veriyorlar, hem nüfus sureti, ikametgâh ilmühaberi, dilekçe vs. ile.

Yuri Usta’yla tanıştık. Dükkânı yeni açmış. Alet edevat hak getire, yıldız tornavida var mı o bile belli değil. Contayı yakmışız. Yedek parça bulmanın imkânı yok, ama komşu şehirdeki Devlet fabrikasında çalışan Yevgeni Usta conta imal edermiş. Bir tam gün Yevgeni Usta arandı, bir yerlerde bulundu, conta sipariş edildi. Üç gün boyunca her gün komşu şehre gidildi, Yevgeni Usta arandı, yarın gelmemiz söylendi.

Gürcistan’da soyguna uğramışız, para kıt. Şehrin dışında “kemping” bulduk yerleştik. Eski demiryolu vagonlarını getirip konaklama yeri yapmışlar. Gece tavuk boyunda fareler etrafta cirit atıyor. Gruplar halinde gençler gelip it öldüren cinsinden spirt içiyorlar, sonra demiryolu kuytularında, zifiri karanlıkta, sabaha kadar sevişiyorlar. Bizi de buyur ettiler. Spirtten aldık, kızlarla bir iki gün sonra canciğer olduk. Türkiye’de işler iyi diye duymuşlar. Viza alabilir miyiz vs.

Şehirdeki tek Devlet restoranına dadandık. Bizden başka tek müşteri yok, ama şaşmaz bir dakiklikle her gece 8’de cazband eşliğinde şarkıcı çıkıyor, full programını yapıp bitiriyor. İkinci gün “boş verin” dedik, masaya davet ettik. Dört beş şişe votka kaşla göz arası bitti. Gene viza sözleri verildi.

Galiba beşinci gün Yuri Usta’da yorgunluk emareleri başladı. O gün biraz içtiler. Ertesi gün votka kasayla geldi ve tükendi. Akşama bütün tamirhane ekibi yerlerde sürünüyordu.

Nihayet “ben bu arabayı yapamayacağım” dedi. Rostov’daki Devlet tamirhanesinde tanıdığı varmış, o yaparmış. “Bizi Rostov’a götür” dedik. Bir kere eve gitmesi lazımmış. “E git” dedik. Bir haftadır eve uğramıyormuş, o yüzden gidemezmiş, karısı kızarmış. İş başa düştü. Arabasına binip evine götürdük. Karısı gencecik güzel bir kız, iki gözü iki çeşme, bağırıp çağırıyor. Onu yatıştırmak Müjde’ye düştü, odasına götürdü, sevdi okşadı dil döktü. Ben Yuri Ustayı ite kaka duşa soktum. Karını en son ne zaman Rostov’a götürdün dedik. Birbuçuk sene olmuş. Tamam yürü gidiyoruz dedik. Çekme halatı, akü, falan filan, yola revan olduk. Rostov’da akşam bunları sinemaya da götürdük. Aptal bir Amerikan filmiydi, hangisi unutmuşum.

Rostov’da da tabii tamirci arkadaş bulunamadı. Moskova’dan yedek parça iki ayda gelir dediler. Pes ettik. Arabayı Yuri Usta’ya hediye ettik. O da bize Moskova’daki eniştesinin amcaoğluna ait apartman dairesinin anahtarını verdi. Bir de, havaalanındaki tanıdığını araya sokup bize Rusya vatandaşlarına özgü üç otuz paralık uçak bileti aldırdı. Moskova’da on-onbeş gün adamın dairesinde kaldık.

5 Eylül 2008 Cuma

Abhazya’nın fethi

Birkaç gece Svaneti’de bir dağ kampında kaldık, 3000 küsur metrede, dünyada olup bitenden habersiz. Sabah tıngır mıngır Zugdidi’ye indik. Orası kötüdür diye uyarmışlardı ama kulak asan kim? Günlerdir doğru dürüst bir şey yememişiz, açız, toz toprağa batmışız, araba da haşat. Lokanta bulup bir şeyler yiyeceğiz, tamirci bulacağız, sonra Prenses Çavçavadze’nin botanik bahçelerini göreceğiz, hesapta.

Daha şehre girmeden üç tane bıçkın tip yolumuzu kesti. Kapıyı açıp Müjde’nin boğazına bıçağı dayadılar. Müjde de o sırada 3-4 aylık hamile. Neyse, istedikleri paraymış. Cebimizdeki 2300 doları kuş gibi döktük, kurtulduk. Az değil, o parayla daha Moskova’ya, Petersburg’a gidip geri döneceğiz. Yola devam edebilir miyiz? Ölmek var dönmek yok dedik, daha doğrusu ben dedim: devam!

Daha o şok geçmemişti ki, bu sefer şehrin ortasında arabanın biri yandan sıkıştırdı. Can havliyle gaza basıp kaçmaya çalıştım. Pencereyi açıp tabanca çektiler, mecburen durduk. Cepte kalan bir tomar işe yaramaz rubleyi bağıra çağıra üstlerine fırlattık. “Tamam, peki” işareti yapıp yol verdiler: belli ki alışıklar. Lokantasına da, botaniğine de lanet okuyup pedala kuvvet Zugdidi’den kaçtık.

Esas macera bundan sonra başladı.

Şehir çıkışındaki köprüde asıl Gürcistan bitiyor Abhazya’ya geçiliyor. Geçer geçmez bir şeylerin yolunda olmadığı anlaşıldı. Yerde zincirleme trafik kazası olmuş gibi izler, cam kırıkları. İleride bir tank, terkedilmiş, yanıyor. Karşıdan manyaklar gibi yalpalayarak birkaç araba geldi, içleri balık istifi asker dolu, üniformalarının yarısı var, yarısı yok, kimi tişörtlü, kafalarında kanlı birer bez, ellerindeki kalaşnikovları pencereden dikmişler. Vınlayıp geçtiler. Arada ters istikamette konvoyla askerler gidiyor, ne araç denk geldiyse doluşmuşlar: özel otolar, ambülanslar, külüstür şehiriçi otobüsleri.

Yol kenarında bir kalabalık kamp kurmuş, belli ki bir-iki gündür buradalar, sefilleri oynuyorlar. Ermenice bilen birilerini bulduk, sorduk. Dün Gürcü ordusu Abhazya’yı istila etmiş. Yol üstünde birkaç kilometre ötede savaş varmış. Sene 1992, galiba 14 Ağustos olmalı.

Ben tutturdum, görelim diye. Fırsat bu, bir daha savaş nerede buluruz? Hem Zugdidi’ye dönüp ne yapacağız? Geri adım atarsak Müjde dünden hazır, vazgeçelim diyecek. Yolculuk yatar.

Arabanın antenine bir beyaz atlet bağladık. Askeri barikatlarıı “jurnalist” deyip geçtik. Arada egzos takımı kopmuş, içeri alıp ön camdan bazuka gibi dışarı uzatmışız, cehennem makinası homurtuları çıkartarak gidiyoruz. Gören Gürcü ordusunun gizli savaş aracı sanır.

Karşıdan güruhlar halinde insanlar gelmeye başladı. Sırtlarında tencereler, tavalar, denkler, yorganlar; nineler, bebeler, kimi eşyasını işporta arabasına yüklemiş. Evlerinden kaçan Abhazya’lı Gürcülermiş. Yol kenarındaki bir köyde genç bir kızla konuştuk. Durmamız için yalvardı, diller döktü. Gece istesek onlarda misafir kalabilirmişiz. Abhazlar Müslümanmış, gözlerini kırpmadan insanı keserlermiş. Müjde gene kalacak gibi oldu, Müslüman olan sanki o değil benmişim gibi!

Köy çıkışında ilk cesetlerimizi gördük. Yol kenarına yatırmışlar, başlarında eşofman üstü kamuflaj ceketi giymiş birkaç Gürcü askeri. Sylvester Stallone kılıklı bir tanesi gözü dönmüş bir ifadeyle silahı arabanın camından içeri soktu, kafama doğrulttu. “Rambo!” deyip güldüm, sigara ikram ettim. Marlboro paketini kaptı, ne halin varsa gör gibisinden yol verdi.

Sohum’da sokak çatışmaları oluyormuş: şehirden bam güm sesleri geliyor, dumanlar çıkıyor. Gürcüler bu sabah girmişler, Abaşidze’nin hükümetini ele geçirmeye çalışıyorlarmış. Tıpkı bizim Karadeniz şehirleri gibi bir yer, bir yanı deniz, bir yanı dağ, tek geçit yolu var. Artık kaldık burada derken ilk kamptan tanıdığımız Ermenilerden biri çıkageldi. Arka yolları biliyormuş, peşine düştük, dere tepe mahalle yollarından geçip Abhaz tarafına çıkıverdik. Türk plakasını görünce pek sevindiler, “kardaş!” “salamalaykum!” diye tezahürat yaptılar. Selamlarını aldık, bozuntuya vermedik.

15-20 km ileride, dağın yamacında, ormanın içinde, masallardan çıkma bir gümüş kubbeli Rus kilisesi beliriverdi. Meşhur Novy Afon Manastırı imiş. Savaştan kaçan Ruslar için buraya mülteci merkezi kurmuşlar. Bir yolunu bulup araya kaynadık, yemekhanede karnımızı doyurduk. Rica minnet, gece yatacak bir yer de verdiler.

Ertesi gün kendimizi Pitsunda’daki plaja attık. Bütün gün kumsalda yatıp denize girdik.