Derin İsviçre’nin derin taşrasında, ancak Orta Avrupa’da olabileceği kadar tertipli, efendi bir kasaba – Solothurn. Şehirde bir tane çirkin bina yok gibi: çoğu 18. yüzyıldan kalma bonbon evler, süslü alınlıklar, barok kuleli Katolik kiliseleri. Her pencerede çiçek var, ki mutluluk belirtisidir normalde. Etrafta yeşil dağlar, dereler, bin yıllık ağaçların gölgelediği vadiler, halı gibi çimler, temiz pak mutlu inekler. Vardığım akşam üzeri St. Ursen kilisesinde Bach konseri vardı. Ein feste Burg ist unser Gott’u söylediler, 25 sene olmuş halâ hatırlarım. O kadar güzeldi ki gözümden şakır şakır yaş geldi.
Konserden sonra etrafı dolaştım. Taşra tabii, bu saatte in cin top oynar. Bütün dükkânlar 6’da kapanmış, iyi insanlar evlerine çekilmiş. İstasyon sokağında bir-iki gariban Türk, o kadar. Üstelik sigara içiyorlar.
Nehir kenarında kuytu bir yerden sesler duydum. Atölyeden bozma hangar gibi bir yer, önünde paslı metal yığınları, çöpler, karanlıkta üçer beşerli gruplar halinde gençler içki içiyor. Ben yaklaşınca huzursuzlanır gibi oldular. Sonra herhalde polis olmadığıma kanaat getirdiler. İçtikleri sarma sigarayı bir tanesi bana da uzattı. Saçların her biri ayrı renge boyanmış, punk. Yüzler kevgir misali piercingli. Bana sigarayı veren kulağını deldirmiş, tavuk kemiği takmış. Hakikiymiş. Yanındaki kızın üstünde bölük pörçük kara bir şey; memeleri, oynaşan kedi yavruları gibi bir çıkıp bir kayboluyor. Yaş 15, bilemedin 17.
Bir şey demiş olmak için “Solothurn güzelmiş” dedim. Acıdılar. Tükürür gibi, “Solothurn boktur” dediler. “İsviçre boktur!” İstikbal yokmuş, bundan emindiler. Dilim döndüğünce Avrupa medeniyetini savunmaya çalıştım, sanat, tarih vesaire. Tabii nafile. Kılık kıyafetim düzgündü, pantolon, kemer, yazlık gömlek. Çekilmez bir faşist olarak görmüş olmalılar, sanırım.