27 Haziran 2008 Cuma

Thomas Goltz

Üç hafta süren ikinci askerliğimden dönüşte, soktum anahtarı Arnavutköy’deki evin kapısını açtım ki, içeride tanımadığım iki Amerikalı adam, dağlar gibi kâğıtlar, etrafa saçılmış binlerce dia, kesif puro dumanı, çalışıyorlar. Kimsiniz? Dedim. Sen kimsin? Dediler. Ayı gibi olanı Thomas Goltz’muş. Gabriele bunlara bir-iki gün çalışmaları için müsaade etmiş. Sonra kendisi dayanamayıp kaçmış. Kaldık mı başbaşa?

Türkiye hakkında derleme bir kitap hazırlıyorlarmış. Karadeniz bölgesi eksikmiş. Var mı yazacak tanıdığın dedi. Az buçuk bildiğimi söyledim. “Sit down and lay the shit out!” dedi, emir kipinde. Sabaha kadar da vakit verdi. Oturup yazdım, mecbur, güzel de oldu. Hayatta ilk yazdığım gezi yazısıdır. Yirmi yıl sürecek bir kariyerin başlangıcı oldu.

Wyoming’in en derin taşrasından gelmiş. New York’ta tiyatro okumuş. Afrika’nın en güney ucundan başlayıp, tek kişilik Shakespeare oyunları sahneleyerek, iki senede Mısır’a kadar yol almış. Sonra bir müddet Suriye’de oturmuş. Birkaç Amerikan gazetesinin muhabirliğini yapmış. Vize derdine üç ayda bir Adana’ya geldiğinde Hicran’la tanışmış. Ankara’ya yerleşmiş. Bana hep Cengiz Han’la Çörçil’in melezi hissini verdi. Feci bir aksanla boru gibi öterek Türkçe konuştuğunu sanırdı. Bedrettin Dalan’ın Özel Kalem müdiresini şap diye yanağından öpünce kadıncağız ağlamaklı olmuş, özür dilemek bana düşmüştü.

Beraber bir de Istanbul derlemesi yaptık. 12 tane birbirinden meşhur yazara yazı ısmarladık. Bir tane işe yarar yazı gelmeyince hepsini oturup bir haftada kendimiz yazdık. Sonra bir rehber kitap dizisi işine giriştik. Bir sene uğraşıp, birkaç kere birbirimizi boğazlama aşamasına geldikten sonra battık. O tempo ancak Amerikalılarda vardır: 12 saat fanatik bir hırsla iş üret, çözülmez cinsinden kırk tane problem çöz, sonra Bebek Bar’da bir şişe viski, sonra gene sabaha kadar aynı manyak çalışma hızı…

Üst düzey emniyet kadrolarıyla insanı işkillendirecek ölçüde sıkı fıkıydı. Kim bilir neden İran sınır boylarını pek sever, günlerce Van’a takılır, sonra acayip birtakım nakliyeci tiplere bürosunda emirler yağdırırdı. Günahı kuşkucuların boynuna. 89’da bir de baktık ki Azerbaycan’a gitmiş, o zamanki cumhurbaşkanı Elçibey’in sağ kolu oluvermiş. Karabağ savaşı sırasında Amerikan basınına kan ve barut kokan anti-Ermeni yazılar geçti. Bana olan gıcığından mıdır diye düşünmedim değil.

Darbe olup Elçibey devrildiğinde, Aliyev kuvvetleri bunu ele geçirmeye çalışmışlar; son dakikada bir helikoptere atlayıp canını dar kurtarmış. Ne kadarı gerçektir, ne kadarı filim bilmem. Bir iki sene sonra bu sefer Özbekistan’da bir Türk okulunun müdürü oldu. Sonra oradan da sınırdışı etmişler diye duyduk. Hicran’ı da alıp Wyoming’de babasının çiftliğine dönmüş diyenler oldu, ama kim bilir aslı nedir.

*

HAMİŞ - Wyoming değil Montana imiş. Hicran'la Adana'da değil Ankara'da tanışmışlar. Ayrıca babasının çiftliği yokmuş, tanınmış bir doktormuş. Pardon, hafıza yanıltıyor. Anormal derecede sempatik ve aynı ölçüde tahammül edilmez bir adam olduğunu belirtmiş miydim?

20 Haziran 2008 Cuma

Vartenik macerası

Kemaliye’de sordum, yok öyle yol dediler. “Ya varsa” ihtimali daha cazip geldi. Haritada var görünüyor: Munzur Dağının güney omuzundan Dersim'e gizli arka kapı! Amundsen’in Kuzeybatı Geçidi kadar heyecan verici!

İlk 20-25 kilometre berbat, belli ki geçen yazdan beri geçen olmamış. İnsan da yok. Birinci dağı aştıktan sonra iş zorlaştı, sonunda saplanıp kaldım. Geri yürümek delilik; ileride Başbağlar diye bir köy görünüyor, arabayı bırakıp oraya yürüdüm. Garip bir yer, metruk, evlerde bir sürü kurşun deliği; bir de hayvani anıt dikmişler, vatan-millet. Üstelik yol burada pat diye bitiyor. Derenin üstünde Ermenilerden kalma taş köprü varmış, uçurmuşlar. Bir patika buldum, düşe kalka bir sonraki köye yürüdüm. Orada, neyse, üç-beş ihtiyar vardı. Uzaydan gelmiş gibi karşıladılar. “Keşke dün gelseydin” dediler. Minibüs haftada bir gelirmiş. Başpınar’dan minibüsçü Esat arandı. Binbir naz niyaz, gelmeyi kabul etti. Yol 45 dakikaymış, arabası olan başka meskûn yer yokmuş.

Yolda sohbet ettik. Cesaretime şaşkındı. Yol tabii ki yokmuş. Arabam da söylediğim yerde olamazmış, çünkü oraya araba çıkmazmış. Bu dağların arkası komple terörist yatağıymış. Başbağlar köyünü nasıl bilmezmişim, 92’de teröristlerin 33 kişiyi öldürdüğü yermiş. Düşündüm: Anadolu’nun en derin fay hatlarından birindeyiz. Öbür taraf Alevi, Kürt. Bu taraf Türk, Sünni, hem de çok. Savaş ruhu bıyıklarına yansımış. Sevan dikkat!

Başpınar, eski Vartenik, vaktiyle mamur bir yermiş belli. Şimdi 250 nüfus kalmış. Tabii yılın olayı oldum. Ordudan emekli antika bir Unimog bulundu; mazot tankı tamir edildi. Dağlardan 100 küsur kilometre dolanıp araba kurtarıldı. Akşama doğru Başpınar’a dönüldü. O saatten sonra gitmem sözkonusu bile değilmiş. Misafir edeceklermiş. Hem, komple mecnun değilsem, bu dağlarda ne işim var hele bir anlatmalıymışım.

Şirince’de oturduğumu söyledim. Orada Ermeniler varmış diye duymuşlar, televizyonda görülmüş. Benden başkası yok dedim. Gerilim arttı. Vartenik’in anlamını merak ederlermiş. Söyledim. Pek inanmadılar, Kıpçak Türkçesi olması gerekiyormuş, kaymakam bey demiş. Ama benim açıklamam da daha mantıklı gibi geldi. Kaçınılmaz konu açıldı. Denenmiş gambitten girdim: sadece bir kişi bile haksız yere zulme uğramışsa Türklerin özür dilemesi gerekmez mi? Biraz kem küm, sonra hak verdiler. Demek buralarda insanlık daha ölmemiş dedim. Zannederim dönüm noktası buydu, güvensizlik bulutu yavaşça dağıldı. Mevzu derinleşti. Hıristiyanlık mı iyidir Müslümanlık mı konusu açıldı. Baktılar takım açık veriyor, cami hocası da evinden çağrıldı. Normalde kahve dokuzda kapanırmış. Yattığımızda bire gelmişti.

Sabah muazzam bir kahvaltı hazırlamışlar: ballar, kaymaklar, küflü peynirler, börekler, çörekler. Arabayı da çocuklar yıkamış. Öpüştük, ayrıldık. Birkaç gün sonra televizyonda Ahmet Hakan’ın programına konuktum. Başpınar’ın insanlarına bir selam ilettim. İzlemişlerdir, umarım.

13 Haziran 2008 Cuma

Yezidi Bıno

Midyat’taki konukevinde Zeki söyledi, Yezidilerin önde geleni Bıno imiş, Çayırlı köyünde bulurmuşuz. Ertesi gün gittik. Taş çölünün ücra bir yerinde taş devri köyü. Ziggurat tarzında, yukarı doğru daralan, antik Mezopotamya’dan bu yana değişmemiş, dar pencereli taş evlerden ibaretmiş. Araya en feci cinsinden birkaç tane villa tipi konut kondurmuşlar. Cenaze var, Bıno oradadır dediler. Mezarlık tepenin ardında, büsbütün ücra bir yer. Birkaç adam toplanmış, bir çeşit tören yapıyorlar. Arabadan iner inmez etrafımızı sardılar, otomatik tüfekler çıktı. Bir tanesi de dağda mevzilenmiş, uzun namluluyu bize doğrultmuş. Sorgu sual, üstümüz arandı. Sonunda biri bizi aldı, öteye yürüttü, toprağa oturttu. “Bıno benim, ne istediniz” dedi.

Kan davası varmış. 90’larda örgüte karşı silah taşımış. 18 tane kurşun yemiş. Dalağını, pankreasını, daha bir şeylerini almışlar; bacağında unuttum kaç tane platin varmış. Bütün ahali Almanya’ya mülteci gitmiş. “Orası iyi gelmedi bize” dedi, hüzünle. Şimdi erkekler geri gelmiş. Köyü zorla Kürtlerden geri almışlar. Yeni yapılan evler bitince kadınlarla çocuklar da gelecekmiş. Bir umut, belki! Oğlu gelmiş, dayanamamış Almanya’ya geri gitmiş. En çok ezan olayına bozulmuş. “Lo Allah sağir midir ki böyle bağirirlar?” dermiş.

Benim Ermeni olmama şaşırdı. Kendileri de Kürtmüş, gerçi, ama Kürtlere güven olmazmış. İnsanı arkadan vururlarmış. Güler'in Kürt damarı tuttu, diklenmeye başladı. Eyvah, kavga çıkacak!

Yezidiliği sordum. "Kaç defa anlattım, gene bildiklerini yazdılar" diye biraz söylendi. Gün doğarken ve gün batarken kollarını güneşe açıp Yaratan'a dua ederlermiş. Yıldızlar ve meleklerle ilgili de anlattı ama aklımda kalmamış. Resmi dinler hakkındaki tavrı, bizimkilerin en cüretli anında dile getiremeyeceği netlikteydi. Kitap ve peygamber fikrini ilkel bulurlarmış.

Kahve içmeye illa eve davet etti. Taze beton ve plastik boya kokan boş villayı gezdirdi. Kaufhof kolileri içinden kahve makinasını buldu. Kullanım kılavuzunu okudum, tercüme ettim, el birliğiyle aleti kurduk. Alman usulü filtre kahve yaptık. Gencin biri gitti, alelacele koyun sağdı, kahvemiz için süt getirdi.

Ölen yaşlı bir kadınmış. Cenazesini Almanya'dan göndermişler. Yıllarca bekledikten sonra buraya gönderilen cenazeler varmış. Orada gömülmek istemezlermiş.