16 Mayıs 2008 Cuma

Savaş Güney

Arkamıza taktıkları polis otosu sonunda canımıza tak etti. Ardeşen-Pazar arasında hızımı 180’e çıkardım. Bir-iki şık manevrayla adamları atlattım. Ani bir U dönüşü yapıp Çamlıhemşin’e saptım. Çamlıhemşin yolu o zamanlar felaket bir ham yol. Çamur batak, bir saatte ancak vardık. Hoşdere Lokantasına oturduk. Ismarladığımız yemek daha gelmeden sirenler öttü, polis çıkageldi. Zart zurt, sorgu, buraya niye geldiniz? (Keyfimiz istedi.) Ne zaman gideceksiniz? (Beğendik, yerleşmeye karar verdik.) Niye sürat yaptınız? (Sen trafikçi misin birader?) Onlar gitti, bu sefer hadi, jandarma geldi. Komutanım görmek istiyormuş. Burası polis bölgesi değil, neden geldiler diye merak etmiş. Sonunda Gabriele dayanamadı, zangır zangır ağlamaya başladı. Ne de olsa Alman, alışık değil.

Yan masada sakallı, kavruk bir adam oturuyordu. Belli ki dağ adamı, kibar ama otoriter. “Yorgunsunuz,” dedi. “Buyurun benim çiftliğimde biraz dinlenin. Bunlar oraya gelmez.” Savaş Güney’le böyle tanıştık.

Karanlık ormanlardan bir saat daha gidildi. Sonra elle işleyen uyduruk bir teleferikle Fırtına Deresinin karşı yakasına geçildi: dere azgın, kapıldın mı sağ çıkma ihtimali yok. Öbür tarafta derme çatma birkaç ağaç ev, kümesler, inek ahırı, sarı kafalı harikulade üç çocuk, sağda solda birkaç şelale, çağlayanlar, orman. Eşi Doris Almanmış. 14 sene önce Almanya’dan tiksinip gelip buraya yerleşmişler. Elektrik daha bu yıl gelmiş. Bir süre tavuk yetiştirip satmışlar. Sonra Avrupa’dan gelen tanıdıklara dağ yürüyüşü yaptırmaya başlamış. Para pek lazım değilmiş. Olan da zaten içkiye gidiyormuş. Ağaç evlerin büyük olanında Ankara’nın ötesinde eşine rastlanmayacak bir kitaplığı vardı: Heine, Thomas Mann, siyasi tarih, felsefe vs.

Kaçkar Dağlarını avucunun içi gibi biliyordu. (Şimdiki dağ rehberlerinin hepsi Savaş’ın çömezleridir.) Aşağıdayken huzursuzlanıyor, öğle olmadan içmeye başlıyordu. Dağda bambaşka bir insandı: keçi gibi sert, sözü dinlenir, sırtını dayayabileceğin biri. Az zamanda hayatımızın ana eksenlerinden biri oldu. İki ayda bir kalkıp Hemşin’e taşındık. Kendi İstanbul’a gelip bizde kaldı.

Sonra gitgide huzursuzluğu arttı. Karakol komutanına tabanca çekti, bir süre hapis yatıp çıktı. Tutkulu bir şiddetle, yoluna çıkan kadınlara sarıldı. En sonunda, pek kazaya benzemeyen bir trafik kazasında ölüp gitti.

Doris çiftliği bir yıl daha götürebildi. Sonra Almanya’ya döndü. Ortanca kız İstanbul Hukuk’ta okuyormuş diye duyduk.

Geçen yıl gittiğimizde her yeri eğrelti otu bürümüştü. Ağaç evler çökmüş, arazinin yarısını dere yarıp götürmüş. Meşhur teleferik paslanmış, dağılmış, bir köşeye atılı duruyordu.

Hiç yorum yok: