Polonezköy’de gördük, dayanamadık aldık. Eve getirdiğimizde kedi kadardı ve soğuktan titriyordu. Biberonla besledik. Sekiz ayda yüz kiloyu buldu, pembe ciltli görkemli bir yaratık oldu. Sene 1988 olduğundan adını haliyle Semra koyduk.
Önyargılarınızı unutun: temiz bir hayvan. İkinci gün gitti bahçenin en uzak köşesine pisledi, bir daha da oradan şaşmadı. En büyük eğlencesi çeşmenin yalağında çamur banyosu yapmaktı. Hortumla üstüne su sıkınca isterik kızlar gibi haykırır, zevkten sıçrayıp tepinirdi.
Bebek’te bir gurme
Damak zevki şaşılacak kadar insana benziyordu. Sulu yemeklere, özellikle İzmir köftesi ile patlıcan musakkaya bayılırdı. Şeftalinin önce olgununu yer, sonra yüzünü buruşturarak kalan hamlara tenezzül ederdi. Çikolataya, gofrete, baklavaya, haşlanmış mısıra, balıklardan lüfere, ezo gelin çorbasına hayrandı. Ot asla yemedi, ama marula diyeceği yoktu. Baktık başa çıkamayacağız, Bebek’teki bellibaşlı sosyetik restoranlarla anlaşıp döküntülerini almaya başladık. En çok Çin yemeklerini ve tiramisuyu beğendi. Doymak bilmez bir iştahı vardı. Sonlara doğru bir oturuşta on kiloluk bir kazan mercimek çorbasına doğranmış beş ekmek yediğini, sonra bir saat uyuyup gene aç kalktığını bilirim.
Beş şişe bira içip bana mısın demedi, ama bir şişe şaraptan sonra ayakları dolanıp sırtüstü devrildikten sonra felsefi bir tavırla iç geçirmesi unutulacak sahnelerden değildi. Buna karşılık rakıyı sevmedi, kahveye de burun kıvırdı.
İflah olmaz bir sevgi arsızı idi. Başını okşayınca sırtüstü yatar, teker teker bacaklarını kaldırıp altının gıdıklanmasını talep eder, yapmayınca sinirlenip söylenirdi. Sabah yanına uğramadan evden çıkıp gitsek akşam mutlaka küslük yapar, sırtını dönüp homurdanırdı: işin yoksa yalvar, okşa, gıdıkla, dut ikram et, hanımefendinin keyfi gelsin.
Acı son
Altı aylıktan sonra huyu değişmeye başladı, bunalıma girdi. Gece sabahlara kadar bahçede dolanıp ağladığı günler oldu. Anladık ki yalnızlık çekiyor. Bulalım bir kocacık dedik, ama doğrusu göze alamadık. Bunların cinsel taklavatları da inanılmaz bir şekilde insana benziyor. Acaba çeşitli dinlerde görülen domuz tabusunun nedeni bu olabilir mi diye düşünmedik değil. Etleri de insan etine çok benzermiş, yiyenler öyle diyor.
Sonunda bir gece kaçmış. Gitmiş Etiler yokuşunun tam orta yerinde durmuş. Trafik tabii kilitlenmiş, arabadan inip fotoğraf çekenler, tutup götürmeye çalışanlar, tekbir getirenler olmuş. Komşumuz olan bir Rizeli amca vardı, o kurtarmış. Gittik konuştuk. Ben hayvanları severim, bana verin dedi. E canımıza minnet, verdik gitti. Elli kiloluk mısır çuvalını da üstüne hediye ettik.
Bir hafta sonra adamın kızı geldi, domuzunuzu geri alın dedi. Amca kalp krizi geçirip ölmüş.
Ben o gün bir seyahat için Avrupa’ya gidiyorum, tesadüf. Gabriele zaten hayvandan illallah demiş, Semra’cıkla beraber beni kapıdışarı etmesi an meselesi. Kader utansın dedik, jamboncu Çerkezo’yu aradık. Yarım saat sonra kamyonetle geldiler, götürdüler, o günün parasıyla iyi bir para da ödediler.
4 yorum:
Semra 'ya domuz deme ayol, domuzlara yazık :D zaten bulup da yiyemiyoruz :)
öpüldünüz efenim ;)
hayır yaa! bunu nasıl yaparsınız?!
kahroldum şimdi:(
E ne yapsındı adam? Nüfusuna mı geçirseydi Semra'yı?
durum buysa... kelimelerin efendisi bitmiştir benim için. daha da okumam...!
Yorum Gönder