24 Kasım 2012 Cumartesi

Aslanlı Yol'dan Seçmeler


Aslanlı Yol adını verdiğim otobiyografim, kısmen bu blogda daha önce çıkmış olan yazılarımı içeriyor. 21 Kasım'da piyasaya çıktı. Buyurun, kitaptan birkaç seçme.


[Susurluk Mahkûmları]
Beni uzun uzun deştiler. Sevan tehlikeli adamdır, aman dikkat diye sözde birileri bunları önceden uyarmış. Baktılar öyle değilim, üstlerine rahatlık geldi. Konular derinleşti. Abdullah Çatlı’ya müthiş bir hayranlıkları vardı: şöyle zeki adamdı, umulmadık bakış açıları getirirdi, insanın içini okurdu, iki kelime söyler toplantının yönünü değiştirirdi. Sonunda büyük komplimanı ağızlarından çıkardılar. “Sevan Abi, şimdi kızacaksın sen ama rahmetliye senin kadar benzeyen birini görmedik!”

*
[Istmina]
Kaldığımız pansiyonun sahibi kocaman bir zenci mama idi. Sekiz kocadan dokuz çocuğu varmış. Kocaların iki ya da üç tanesi etraftaydı. Biri beyazdı, ipe ve kazığa yabancı değil gibi bir hali vardı. Senin burada ne işin var dedik. Ciddileşti. “Bak delikanlı,” dedi, “Kolombiya’da sağ kalmak istiyorsan böyle sorular sormamayı öğren.” Pardon dedik.

*
[Popayán]
Kolombiya’dayken, usulca, uykudan uyandım. Dönüm noktası neresiydi? Sanırım Popayán, tarihî üniversite kenti. Sıvası dökülmüş barok yapılarla dolu, zaman tünelinde kaybolmuş bir yer; sokakta Buñuel filmlerinden çıkma, bastonlu, köstek saatli profesörler, şapka çıkararak birbirlerine selam veriyorlar. Bir kahvehanede oturduk. Etrafta sakallı, parkalı gençler, kesif sigara dumanı, çatık kaşlar, yıpranmış kitaplar, sırt çantaları, kızıl-sarı-siyah posterler. Türkiye’yi andım. Düşündüm. Hayır, hukuk okumayacağım. Kravat takmak zorunda olacağım bir meslek yapmayacağım. Kendimi tek bir hayata kıstırmayacağım.

*
[Dankwart Rustow]
Tamam, komplo teorileri her zaman yanlıştır. Onu biliyorum. Gerçek dünyada olaylara dahiyane tasarımlar değil, insanların aptallığı, beceriksizliği, hesapsız hırsları, korkuları, kıskançlıkları yön verir. Bir başka hocam Mao bağlamında söylemişti, “tarihte cehaletin önemini asla küçümseme.” Sanırım tarihe ilişkin söylenebilecek en derin sözlerden biridir.

*
[Monkey Business]
Ben de o sırada Güney Amerika’dan maymun getirme işine takmışım. Peru’da bir maymun bilemedin 50 dolar, New York’ta 5000 dolara alıcısı var, güzel iş. Tek problem: Amerika’ya maymun ithal etmek yasak, bilimsel araştırma kurumları dışında. Derhal Polonya bağlantıları devreye sokuldu, Atlanta Üniversitesinden Polonyalı bir biyolog tedarik edildi, bilimsel araştırma izinleri alındı. Bir de şirket kurduk Longfellow Club adıyla. Ama Peru’daki adamlarımız fos çıktı, maymunlar hastalanıp öldü, ayarladığımız gemi, gününden önce Peru’dan ayrıldı. Ortada kaldık.

*
[Puerto Rico]
Akşam dolaşmaya çıktım. Sokaklar boş; tek tük zenci, onlar da sarhoş ya da daha beteri. Derken mucize denk geldi. Bakkal dükkânının önüne masa kurmuşlar. Beş on kişi toplanmış. Seksenlik sıska bir zenci ayakta kontrbas çalıyor, ihtiyar teyze de bir zamanlar bu işleri iyi bildiğini belli eden bir ritmle hafifçe salınıyor. Cazla salsa arası bir şey, ama nasıl karanlık akorlar, ne cüretkâr falsolar, ne kadar kırık ritmler! Baba Bach kromatiğin bu kadarına şapka çıkarırdı, kesin.

*
[Mykonos]
Sabahın ikisinde uyandım ki, soğuktan, rutubetten ölmek üzereyim. Köpekler gibi titriyorum. Zifiri karanlıkta beynimi toplamaya çalışırken baktım, kol mesafesinde yatan biri daha var, gözlerini açmış bana bakıyor. “Çok üşüyorum,” dedim. Sıkkın, biraz baktı. “Peki gel,” dedi. Allahtan dişiymiş! Uyku tulumunun içine sığıştık. Pek İngilizce bilmiyordu. Biraz öpüştük, ama o da yorgundu, uyku galip geldi.

*
[Zbigniew Brzezinski]
Nefes kesici bir ders oldu. Sanırım o güne dek tanıdığım en keskin zekâlı insandı: mütehakkim, alaycı, kendinden – fazlasıyla – emin. Dümenin arkasından görünen dünyayı, unutulmayacak bir berraklıkla anlattı. Yanısıra dümen odasında olup bitenleri tahlil etti; Metternich’vari bir yükseltiden, küçük adamların hatalarını, cahilliklerini, küçük kavgalarını ibret aynasına yansıttı; şahsi savaşlarını sürdürdü. Büyük egolara has bir gösteriydi. Dünyayı anlatırken aslında kendini anlatıyordu.

*
[Commodore]
Esas komiği şu: bu sırada ben hem asker kaçağıyım, hem 1980 öncesi örgüt üyeliğinden aranıyorum, aranıyor muyum tam da belli değil. Bir yandan ANAP’ın kongresine bilgisayar sistemi kuruyoruz, Ankara’ya gidip Erkal Zenger’le, Adnan Kahveci ile, parti kodamanlarıyla görüşüyorum. Bir yandan içim pır pır, bakanlığın kapısında kulağımdan tutup içeri atsalar sürpriz olmaz. Adamlara anlatamazsın da, inanılır gibi değil çünkü.

*
[Hiram Abas]
İki saat gözüm bağlı bekledikten sonra sorguya alındım. Penceresiz büyük bir oda, ortada tahta bir sandalyede ben, aynen filmlerdeki gibi, karşımda iki sorgucu. Biri belli ki kötü polis rolünde, aptal aptal laflar edip beni kışkırtmaya çalışıyor: “Asala’cısın hadi itiraf et, pişmanlık yasasından faydalan.” Öteki az konuşuyor, ama yüzüne bakar bakmaz görülüyor ki zeki ve mütehakkim biri, makamdan değil kişilikten gelen otoriteye sahip; rafine Türkçe konuşuyor. “Bu adamla aramızda sınıfsal dayanışma var, bundan bana zarar gelmez” diye düşündüm. Rahat olmaya karar verdim.

*
[Azerbaycan]
Sivil tipler geldi, bariz KGB stili. Biri sorguya başlıyor. Az sonra o gidiyor, diğeri geliyor, aynı soruları baştan sormaya başlıyor. O kahve içmeye çıkıyor, üçüncüsü geliyor hadi baştan. İnternetten bakmışlar, kaya mezarı nedeniyle aldığım iki yıl hapis cezasını görmüşler. Sen hapisten kaçıp mı buraya geldin? E tabii, dedim, Türkiye’de hapisten kaçan bir Ermeni için vizesiz Azerbaycan’a gelmekten daha doğal ne olabilir?

*
[Tümg. Yusuf Haznedaroğlu]
Bana döndü, küçük dağları yaratmış olmanın verdiği özgüvenle “Sen Das Kapital’i okudun mu?” diye sordu. Okudum komutanım dedim. Sonra herhalde vaziyeti kurtarmak için, “cahil kalmamak lazım” gibi bir şey geveledim, hani bilimsel merak, başka bir nedeni yok gibisinden. Büsbütün köpürdü. Tahsilimizi sordu. Arkadaşlardan biri Amerika’da matematik profesörü, biri Alman Yeşillerinin siyasi danışmanı, biri altı-yedi sene yatmış bir Dev-Yolcu. Ben siyaset bilimi okuduğumu söyleyince, “söyle bakalım bir dahaki seçimde ne olacak,” diye sınavı sürdürdü. Sene 1986. “Süleyman Demirel başbakan olur” dedim. Film orada koptu. “İyice aptalmışın sen,” diye höykürdü, tükürük saçarak. Hepimizi huzurundan kovdu. Türk Ordusu’nun iki kez devirdiği adam mı başbakan olacak?

*
[Ali Nesin]
İşin siyasi yönünü de tartışmıştık uzun uzun. Memlekete norm dikte etme şansın yok, çünkü sen azınlıktasın. Eninde sonunda çoğunluğun normu galip gelir. Ramazanda bira servisi yaptırmak için kuracağın komisyonu er veya geç Ramazancılar ele geçirir. Onun için, senin ve benim gibi azınlıkta olanların normlardan değil özgürlüklerden yana olması gerekir. Karışma, bırak. Sen ona saygı göstersen, onun da sana saygı göstermesini bekleme hakkın olur.

*
[Thomas Goltz]
Üst düzey emniyet kadrolarıyla insanı işkillendirecek ölçüde sıkı fıkıydı. Kim bilir neden İran sınır boylarını pek sever, günlerce Van’a takılır, sonra acayip birtakım nakliyeci tiplere bürosunda emirler yağdırırdı. Günahı kuşkucuların boynuna. 89’da bir de baktık ki Azerbaycan’a gitmiş, o zamanki cumhurbaşkanı Elçibey’in sağ kolu oluvermiş. Karabağ savaşı sırasında Amerikan basınına kan ve barut kokan anti-Ermeni yazılar geçti. Bana olan gıcığından mıdır diye düşünmedim değil.

*
[Anton Bruckner]
Araba spor BMW, bastın mı 240’a bana mısın demiyor. Thomas bir de müzik tertibatı kurmuş, asfalt titreten cinsinden. Radyoyu kurcalarken karşıma Bruckner çıktı: Dokuzuncu Senfoninin başı, feierlich, misterioso. Tesadüfen birkaç gün önce de dinlemişim, o tantanalı, ağdalı sesine kulağım biraz alışmış. Sesi açtım. Güzelmiş. Daha açtım: çok güzelmiş. Vay canına, inanılmaz bir müzik! Nasıl olduğunu anlamadan, yerçekimi hükmünü yitirdi. Uçabilir miyim? Uçarım! O iki kamyonun arasından bu araba geçer mi? Geçmez ama ben geçerim! Kanatlandım. Kâh sol şeritten, kâh birbirini sollayan arabaların ortasından, kâh şarampolden, kâh tarlaların içinden, uçmaya başladım. Herkes bana bakıp küfrediyordu sanırım, yakalasalar canıma okuyacaklar, ama kimin umurunda? Orada ölsem gam yer miyim? Yemem! Hatta öleceksem tam yeri bu. Öyle tanrısal bir müzik.

*
[Tanzot]
Artvin’den minibüslerle yola düşüldü. Dağlar, vadiler, kanyonlar aşıldı. Kar tutmuş tingirdek yollardan Ardanuç Boğazının düz duvarına tırmanıldı. Davul zurnayla karşılandık. Bele kadar kara batmış yoldan yukarı mahalleye yürüdük. Yanımızda otelin adamları, eski filmlerdeki zenci hizmetkârlar gibi, sırtlarında kolilerle sofra servisleri, yatak takımları taşıyorlar. Şarap bardağı da varmış, beyaz ayrı, kırmızı ayrı. Oflaya puflaya taşıdıkları büyük sandık nedir diye sorduk. Alafranga tuvalet imiş. Misafirler alışık değildir, bir yerleri incinir diye düşünmüşler.

*
[Atina]
Atina-İstanbul arabayla on saatlik yoldur. Yol boyu kitap kafamda şekillendi, tonu belirdi, cümleleri yerine oturdu. En önemlisi tondur. Her kitabın bir tavrı vardır, dans eder gibi bir şey, bir tür beden dili. Onu tutturdun mu gerisi kolay.

*
[Bodleian Library]
Yıllar sonra Selçuk Cezaevindeyken dayanılmaz bir özlemle özlediğim tek şey o kütüphane oldu. Çıktığımda ilk iş oraya hacca gitmeyi kafama koydum. Bizim Susurlukçu arkadaşlara da dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım, ne pavyon, ne kerhane, iyi bir kütüphanenin verdiği zevkin yamacına hiç biri yaklaşamaz diye. Kafa salladılar, Sevan Abi valla Ankara’da çok iyi pavyonlar var, sen bilmiyorsun diye ısrar ettiler.

*
[Rasim Beğ]
Gel seni bizim partiye götürelim dediler. Müsavat Partisiymiş, bizim 70’lerdeki sol dergi lokalleri gibi bir yer. Giren çıkan bellisiz, kül tablaları tepeleme dolu, birtakım esmer ve ciddi gençler harıl harıl inqılab hazırlıyorlar. Duvarda uluyan bozkurt posteri, Türk büyüklerinin portreleri, en büyüğü de Alpaslan Türkeş. Gence halk hareketinin önderi, Gence Kaplanı Rasim Beğle tanıştırdılar. Derhal kanım kaynadı: ötekiler gibi dogmatik bir hayal aleminde değil, hayatı tanıyan biri, halk adamı. Fena halde bizim Ömer Laçiner’e benziyor, hem tipi hem tavrıyla: mütehakkim, inceden alaycı, karşısında zeki birini bulmaktan belli ki o da hoşnut. Uzun süre Sibirya’da hapiste kalmış, şimdi de KGB yine peşindeymiş.

*
[İsviçre]
Ertesi gün arabaya otostopçu bir kız aldım. O da Budist çıkmasın mı? “Otoyoldan gitmeyeceğim çünkü çirkin, köy yolu daha güzel,” dedim. Uzun uzun beni aydınlattı, bir morona ders verir gibi. Güzellik, çirkinlik aslında yokmuş. İç huzura erişirsem otoyol motoyol farketmezmiş.

*
[Sudetenland]
Çekoslovakya’ya geçtik, babasının köyünü aradık. Yarım yüzyıldan beri tek bir Almanın ayak basmadığı, yarı metruk, kasvetli Sudet köylerinde günlerce iz sürdük. Viraneye dönmüş eski malikâneleri, kanadı kırık Birinci Dünya Harbi anıtlarını, ısırgan otu bürümüş Alman mezarlıklarını fotoğrafladık. Eski binaların üzerindeki acemice silinmiş yazıtlarda, Çekçenin altından görünen Almanca isimleri okuduk. Güzel yurdumuzdan bana tanıdık gelen şeylerdi hepsi. Ama bu sefer Almanın gözüyle görmek başka ufuklar açtı. Zulmün asıl kurbanının, zulme uğrayan değil, zulmü yapan olduğunu düşünmeye başladım. Zulüm yükünü, çünkü, ancak inkâr ve yalanla hafifletebilirsin. Vicdanındaki yarayı ancak riya ile örtebilirsin. Riya ise, bir toplumun ruhunu çürüten en korkunç zehirdir.

*
[Svaneti]
Diz boyu çamura rağmen dağı aşabildik. Öbür tarafta Uşguli köyüne indik. Evet, değermiş! Hemşin’i unut, İsviçre halt etmiş, Girit bile eski Girit değil. Bu kadar kusursuz başka dağ köyü var mıdır dünyada? Heybetli dağlara karşı boy vermiş on-onbeş tane taş kule, alabildiğine sade, alabildiğine mütevazı, alabildiğine şiirsel ve hüzünlü. Aynı zamanda mağrur: “Ben buradayım,” diyorlar, “ve boyun eğmem.” Ondan sonraki köylerin hepsi de öyle: Cacaşi, Murkmeli, Davberi, Viçnaşi, Zegaşi, Tsvirmi, İeli… Büyülenmiş gibi, bir tam gün o metruk köyleri dolaştık. Taşla şiirin, tevazuyla direnişin dengelerini konuştuk.

*
[Valaam Adası]
Kuzey iklimlerinin birinde, kara köknar ormanlarıyla kaplı yarı ıssız bir ada düşün. Hava kasvetli, yağmur yağdı yağacak. Zemin dümdüz, yönünü tayin etmene yardımcı olacak bir yükselti yok. Adım başı önüne ya bir göl ya bir körfez çıktığından düz bir hatta ilerlemek de mümkün değil. Körlemesine yürüyorsun. Derken bir açıklıkta gümüş yaldızlı soğan kubbeleriyle heybetli bir Rus kilisesi çıkıyor önüne. Belli ki Katerina çağından kalma bir şey, pasta gibi süslü, ama sıvaları dökük, demirleri paslı. Kapıda Rus devlet dairelerine özgü bir tabela, ama o da paslı, falan ministry, filan direktoraty, girmek yasak, fotoğraf çekmek yasak. Etrafta in cin yok. Bahçede kara cübbeli, uzun sakallı iki keşiş görüyorsun. Seslenince boş bir ifadeyle öbür tarafa bakıp uzaklaşıyorlar.

*
[Johann Sebastian Bach]
Onikinin iyi bir sayı olduğu kanısındaydım. Ama pratik nedenlerle altıya da razıydım. İnsanlık tarihinin en güzel insanı kim? Johann Sebastian Usta. Kaç çocuk yapmış? Yirmibeş. O kadar. Bir bildiği vardı elbet.

*
 [Mimarlar]
Denk geldikçe tanıdık mimarlara, mühendislere fikir sorduk. Şablon ve klişeden başka şey işitmedik; hepsinin ruh yoksunu birer robot olduğuna kanaat getirdik. Oda dediğin neden odaya benzesin ki? Taban kaplayacaksan neden endüstrinin sana sunduğu üç beş kıytırık seçenekle yetinesin? Salonun duvarından neden incir ağacı çıkmasın?

*
[Şirince]
Taşra yaşantısının küçük konforları bizi mutlu ediyordu. Şirince’den ilçe merkezi on dakika. Sabah git, bankaya uğra, dişçiye git, marangozla konuş, telefonu açtır, noter işini hallet, belediye başkanıyla görüş, fotokopi çektir, kargoya bak, arabayı tamir ettir, öğlene kalmadan hepsi biter. Her şey iki sokak içinde döner. Her gittiğin yerde buyur ederler, çay söylerler, hal hatır sorarlar. Parayı da sonradan gönderirsin, lafı mı olur Sevan Bey?

*
[İzmir]
İzmir tuhaf bir yerdir, İstanbulluyu yanıltır. Şehir gibi görünür ama aslında köydür. Kalburun üstünde kalan kesimde herkes birbirini tanır: ya liseden arkadaştır, ya kocasının eski sevgilisidir, ya Çeşme’den komşudur. Yalnız kendileri değil, iki-üç kuşaktan beri aileleri de tanışır. Birçoğunun toprak geliri vardır; onun getirdiği bir rehavet – şımarıklık mı desek? – kendini hissettirir. Gece gittiğin bir yerde hiç tanımadığın biriyle rastlaşma ihtimalin azdır. Rastlasan yadırgarsın. “Kim bu zibidi?” diye arkadaşlara sorarsın.

*
[Benjamin Constant]
Akıl, acımasız bir sürücüdür. Aklın egemenliğine boyun eğen kişi, onun sürüklediği yerlere gitmemezlik edemez. Hakikatin tek ve alışıldık cephesiyle yetinemez. Tutarlılığın, ancak dürüstlükten taviz vererek kazanılan bir erdem olduğunu bilir. “Ben hakikati buldum, başka soru sormayacağım” diyen insan, aklıyla birlikte vicdanını uykuya yatırmış olandır.

*
[Welikada Hapishanesi]
Ertesi gün kendimi katiller koğuşuna aldırmayı başardım. Hapishanede katillerin yeri başkadır. Hırsız-uğursuz takımı gibi olmazlar, ağırbaşlı insanlar. Çoğu hayatlarında bir kere suç işlemiştir, ondan beri o suçu nasıl işlediklerini anlamaya çalışır. Uzun süre içeride oldukları için, kurulu bir düzenleri vardır. Ayrıca katiller koğuşu daha güvenli olur, kan davalarından çekindikleri için it uğursuz takımını pek içeri sokmazlar.

*
[Dedem]
Pazar günleri dedemlerle hep beraber yemek yemek adettendi. Sofrada on-onbeş kişiden eksik olunmazdı. Adı duyulmadık uzak akrabalar, Samatya’dan kırk yıl önceki komşular, yalnızlığı çenesine vurmuş kokona teyzeler gelip anneannemlerde bir hafta, on gün yatıya kalırlardı. Hayat boyu bana eşlik eden büyük aile tutkumu muhtemelen o sofralarda edindim. Çekirdek aileye oranla büyük ailenin bireysel özgürlüğe daha fazla pay bıraktığını orada idrak ettim. Kaçış imkânları daha fazladır, saatlerce ortadan kaybolsan kimse fark etmez.

*
[Lago Maggiore]
İtalya’da Komünist Partili bir öğretmen aldı arabaya. Uzun uzun parti mücadelelerini anlattı. Maggiore Gölü kıyısındaki harikulade malikânelerin yanından geçtik. “Bunlar ne olacak peki?” diye sordum. Burjuvazi çürümüş bir sınıfmış, işçiler başa geldiğinde o konakları halkın yararına daha iyi değerlendirecekmiş. Sempatik bir adamdı. Kendi de güldü söylediğine.

*
 [Işık Lisesi]
Yarışmanın ödülü olarak ortaokulu Işık Lisesinde burslu okudum. Orada “çağdaş” kıyafetli Türk faşizmiyle yakından tanışma fırsatı buldum. Bayraktan, marştan, vatanmillet edebiyatından, kan dökme antlarından, Türk varlığına armağan edilen varlıklardan, bütün bunların ardında yatan kitlesel isteriden, yalnız ve zayıf olanı ezme şehvetinden, hepsinin simgesi ve şahikası olan Ulu Manitu figüründen nefret etmeyi öğrendim. Ortaokuldayken kusardım. Bugün dahi belli bir dozdan fazlası, fiziksel bir his olarak, o eski mide bulantısını geri getirir.

*
[Albayrak]
Kapıdaki asker “yassak” dedi. “Komutanın gelsin!” diye emrettim, tartışılmayacak bir tonla. Kıdemli jandarma başçavuşmuş, o bizi çağırdı, gittik. “Güvenlik” dedi, “vatan savunması” dedi, elin Ermenisinin cüretine biraz da şaştığını belli ederek. Osmaniyeliymiş. “Osmaniye neden Osmaniye olmuş bilir misin?” dedim. Tabii bilmezmiş. Kozanoğlu isyanını, Derviş Paşa’nın Fırka-i Islahiye’sini anlattım. Türkmen aşiretlerinin nasıl Gâvur Dağında avlanıp düze iskân edildiğini anlattım. Osmaniye, Islahiye, Hassa adlarının ideolojik anlamını irdeledim. Ağzı açık dinledi. Çay söyledi. “Kilisede hazine varmış diyorlar,” dedi. Alın teriyle kazanılmamış paradan kimseye hayır gelmediğini açıkladım. Hak verdi. Madem buraya kadar gelmişiniz, bari gezdireyim dedi.

*
[Timur Schindel]
Bir başka gün Timur Schindel geldi. Motosikletle dünyayı dolaşmış. Gaziantep’te karar kılmış. Birkaç tane eski taş konak alıp otel yapmaya karar vermiş. “Ne tavsiye edersin?” dedi. Aklıma gelivereni pat diye söyledim. Bir, uçmaktan korkma: uçabilen yol alır. İki, herkes ne yapıyorsa tersini yap, çok yanılmazsın. Üç, turizm ve otelcilik okulu okumuş kimseyi oteline alma. Aklı yattı sanırım. Türkiye’nin en orijinal küçük otellerinden birini kurdu.
*
[Selçuk Kaymakamı]
O sırada bizim kaymakam pat diye görevden alınmasın mı? İnşaata başlamadan birkaç gün önce yenisini makamında ziyaret ettim. Görevinde başarı ve mutluluklar diledim. Durumu anlattım. Selefiyle başlattığımız verimli diyalogu sürdüreceğimize dair derin inancımı dile getirdim. Adam oturduğu yerde kurum kurum kuruldu, sordu: “Sewan Bey ruhsatınız var mı?” Anlatamadım galiba dedim; bir daha anlatayım. Daha kasıldı, önemli bir sırrı ifşa etmenin ciddiyetiyle “Türkiye,” dedi, “bir huguk dewletidir.” Ben dayanamadım, “Aa” dedim, “çok sevindim. İki gündür gazete okumuyorum, yeni oldu herhalde?”Adamcağız daha gerdan bükme hareketini tamamlamadan müsaade istedim, çıktım.
*
[Gâvur Hoca]
Hoca geldi. Gençten, temiz yüzlü bir adam, el-Ezher’de okumuş, tez filan yazmış. İşi ciddiye aldı. Dört-beş kişilik sınıf oluşturdu, haftada üç gün gelip ders vermeye başladı, kıraati geçip tecvide geldiler. Ama hocanın asıl derdi başka. Dersi kısa kesip yukarıya, özel yazıhaneme dönüştürdüğüm idare odasına geliyor. Gardiyana çay ısmarlayıp Kuran’da falanca terimin anlamı neymiş, Tevrat o konuda ne dermiş musahabesi yapıyoruz. O sıra sakal göğsüme inmiş, masamda koca koca Arapça, İbranice, Osmanlıca sözlükler. “Gâvur Hoca” diye çıktı mı lakabım?

*
[Aziz Sava Manastırı]
Brother Philip seni gezdirsin dediler. İngilizceyi Amerikan aksanıyla konuşan gençten bir rahip: uzun sakal, örgülü uzun saç, cübbesinin üstüne el örgüsü hırka giymiş. Kimsin, nesin diye sordum. Amerikalıymış, Rum veya Ortodoks da değilmiş, New Jersey’de otururmuş. Bir gün manastırın fotoğrafını görmüş ve “Oraya gitmeliyim,” diye düşünmüş. Bir hafta bile beklemeden, tek yön uçak biletini alıp buraya gelmiş. Kapıda iki gün bekletmişler. Sonra bir yıl deneme süresi vermişler. Bir yılın sonunda takdis edilmiş. Dört-beş senedir buradaymış. Yılda bir kez vizesini yenilemek için Kudüs’e gitmesi gerekiyormuş. Başkaca dışarıya çıkmamış.

*
[Kudüs]
Meydanın kenarındaki cüce evinden yaşlı bir kadın çıktı, elinde bulaşık köpüğü. “Buyurun ne aradınız?” diye sordu, kusursuz bir İstanbul Ermenicesiyle. Gak guk dedim. “Neden geldin?” diye üsteledi, “Nerede olduğunu biliyor musun?” Bilemedim. Burası dünyanın en kutsal yeriymiş. Sion Dağının tam tepesindeymişiz. Davut, mezmurları burada okumuş. Efendimiz tutuklandıktan sonra burada, Kayafas’ın sarayında sabaha dek işkence görmüş, şuradaki incir ağacına zincirlenmiş, sabahleyin Pilatus’un makamına sevkedilmiş. “Demek ki geldin ve haberin yok,” dedi, acıyarak.

*
[Nemrut Dağı]
Ne olduğunu anlamadan gecenin içinden yedi-sekiz kişi beliriverdi. Yamuk tipli adamlar, üstlerinde parka, ellerinde piyade tüfekleri, insanı kör eden projektörleri açtılar. Hot zot emirler, “Kimsin! Eller yukarı!” Böyle durumda işin can alıcı noktası soğukkanlılığını korumaktır. “Hele indirin bakalım şu aletleri,” diye buyurduk. “Kör müsünüz, rakı içiyoruz!” Anlayalım dedik, hangi tarafsınız. Korucuymuşlar. Ayrıca bu dağın sahibi olan aşiretmişler. Gecenin bu saatinde ateş görünce akılları çıkmış. Terörist olamaz diye mantık yürütmüşler, ama başkaca anlam da verememişler. Buyur ettik. Görevdeyken içki içemezlermiş. “Başlatma şimdi göreve,” dedik. Şef, biraz tereddütle bir kadeh almayı kabul etti. Gençler halâ bekliyor, tüfekleri indirme emri verilsin diye.

*
[Mesrob Mutafyan]
Hem makam sorumluluğu taşıyan, hem entelektüel kimliğini koruyabilen kaç kişi var bu ülkede? Okumuş olanlar çoğu zaman karar vermenin yükünü bilmezler; yönetimde olanlar ise kalplerini ve beyinlerini çoktan hurdaya vermişlerdir. Mesrob Sırpazan iki kişiliği birden taşıyan ender insanlardandı. Belki o yüzden çoğu insana sohbeti yorucu gelmiştir, kim bilir.

*
[Hrant Dink]
Cenaze yürüyüşü Osmanbey’de başladı, Taksim’den Tarlabaşı’na indi, köprüyü geçti, Aksaray’a tırmandı, Kumkapı’ya ulaştı. Yol boyu katılanlarla büyüdü, muazzam bir insan seline dönüştü. Epey miting gördüğüm halde böylesine hiç tanık olmamıştım. Örgüt yoktu. Kalabalık görünsün diye oraya getirilmiş, eş dost hatırına gelmiş kimse yoktu. Yüzbinlerce insan, içten gelen bir acıyla yalnız, bir şey yapamamanın utancıyla sessiz, acısını ve utancını paylaşmaya gelmişti. Yeter artık! O gün TC rejiminin çatırdadığını hissettim. Bu insanlar, o hilkat garibesini daha fazla taşıyamaz. Taşımayacak.

*
[Kaya Mezarı]
Herhangi bir çıkara veya küçük hesaba dayanmayan bir jest yapmak şu dünyada mümkün müdür? Ne zamandan beri aklımı kurcalayan bir konuydu bu. Gerçek özgürlük – eğer özgürlük diye bir şey varsa – budur: seni esir alan nefsini, köle kılan çıkarını ve sosyal mecburiyetleri hepten bir kenara itip bir şeyi sadece “güzel” olduğu için yapabiliyor musun?

*
 [Abhazya]
Köy çıkışında ilk cesetlerimizi gördük. Yol kenarına yatırmışlar, başlarında eşofman üstü kamuflaj ceketi giymiş birkaç Gürcü askeri. Sylvester Stallone kılıklı bir tanesi gözü dönmüş bir ifadeyle silahı arabanın camından içeri soktu, kafama doğrulttu. “Rambo!” deyip güldüm, sigara ikram ettim. Marlboro paketini kaptı, ne halin varsa gör gibisinden yol verdi.

*
[Debre Damo Manastırı]
Köylüler anlattı. Yukarıda 150 keşiş varmış. Bütün günleri dua ve oruçla geçermiş. Arasıra çarşıya indikleri olurmuş ama çoğu hayat boyu orada kalırmış. Pek aziz olanları kayanın dik yamacına oyulu tek kişilik hücrelerde bazen yıllarca kalıp kendini ibadete verirmiş. Ekmekle suyu yukarıdan iple sarkıtılırmış. Bizim oğlan da keşişlerin elini öpmeye gelmiş. Kalır herhalde, bir daha inmez dediler.

*
[Ermenistan]
O tozun örtmediği yer manastırlar. Her biri bir ıssız dağın başında, insanın tanrıyla – ya da kendi ruhuyla – yalnız kaldığı yerler. Dünyanın pek az yerinde benzeri olan bir mimari kusursuzlukla inşa edilmişler. Hepsi aynı ruhun eseri, ama hiçbiri diğerinin aynı değil. Etrafta sükûneti bozan hiçbir şey yok, ne turist otobüsleri, ne bilet, ne levha, ne satış standı, ne otopark ücreti, ne terbiyesizce “restorasyon” gösterileri. Sınırın berisindekiler gibi vahşet izleri yok, ama Batı’nın kibar cilası ile de (henüz) kirlenmemişler. Bin yıldan beri değişmeden oradalar.

*
[OdaTV]
Bana birkaç mail attı, baştan aşağı övgü ve hayranlık, ama şurada dediğim yanlış, orada savunduğum da yalan. Şirince’ye buyur ettim, gel konuşalım. Geldi. Geldiği gibi beni Odatv’ye yazı yazmaya davet etti. İyi para verirlermiş. Editörler fikirlerime katılmasalar da bana hayranmışlar. Kendisi de pek istermiş benle aynı yerde olmak. Telefon edildi, editörler hararetle destekledi daveti. Lafonten’in kargası da sesi övüldüğünde o duyguya kapılmıştır: tilki yalan söylüyor, ama olsun, sesim güzel! O sırada Taraf’tan yeni ayrılmışım, besbelli Taraf’ı yıpratmak için beni kullanacaklar.

*
[Horomos Manastırı]
Aşağı kiliselere inen patikanın başına paslı bir tel çekmişler, “dikkat mayın girilmez” tabelası var. Kulak asmadık geçtik. O güzelliğin içinde kendini galiba yenilmez hissediyorsun. Bir de o vandalizmi yapanların sözünü dinlemek onuruna dokunuyor. Gene de ne olur ne olmaz, ben önden yürüyeceğim dedim. Patlayacak olursam siz devam etmeyin, geri dönün.

*
[Özgürlük]
Ama özgürlük zor meslek. Basit formülleri yok. Yalnız kurt olup yollarda izini kaybettirmek midir özgürlük? Yoksa kimsenin seni göremeyeceği bir yerde inzivaya çekilmek mi? Ya da içinde yaşadığın köyü yahut dünyayı kendi iradene göre şekillendirmeye çalışmak mı özgür yaşamanın yolu? Halâ daha bilmiyorum cevabı. Öğrenemeden gideceğim diye bazen üzülüyorum.

8 yorum:

Adsız dedi ki...

Sevan Ağa,

her düşüncene katılmasam da çok enteresan bir insansın. Kitabını alıp ilk fırsatta keyifle okuyacağım.

Saygılar,
Anonim internet insanı

Adsız dedi ki...

Olaganustu..iyi ki varsiniz...favorim ULU Manitu:)
Nadya Uygun

Leto dedi ki...

Allah iyiliğini versin.Kitabını ilk fırsatta edineceğim.
İLKAY YILMAZ.

Adsız dedi ki...

ozgurluk belki somut ozgurluk degildir. Belki dusunebilmektir ozgurlugu. Onemli olan ozgur hissetmek mi yoksa ozgur olmak mi sorusu bence. Her insan kendine gore farkli yollardan ozgur olabilir bunu hissedebilirse evet ben ozgurum diyebilir. Ama ozgur olmanin kendisi bir felsefedir yani felsefe konusudur. Hani su klise laf: felsefe yolda olmaktir gibi.

Hüsrev Solkay dedi ki...

Sevan bey, siz bir yapımcı ikna etseniz de senaryosunu yazdığınız bir film çekseniz keşki. Çok ciddiyim, bence iyi iş yapar, hem de kısa yoldan kütlelere ulaşırsınız. Harcanıyorsunuz böyle...

Adsız dedi ki...

Çok çok güzel. Bu kitabı yazmanız için bir düzine değil, bin düzine elmayı kafanıza yemeyi hakkettirecek kadar... Tanrı zalim midir? Eğer yazarlar zalimse o da o kadar zalim... Kaç kişi bir kitabın konusu olmak ister. Acımasızca bir şeydir seni birinin kağıtlara dökmeye çalışması. Yufka yüreklilere göre bir şey değil. Ama yazar buna aldırmadan yürür. Belki yapmamak elinde de değil. Böyle besleniyor böyle var oluyor. Neyse çok güzel işte. O kadar:)

GurbetKusu dedi ki...

sevan abi eline agzina saglik da esas g.tüne saglik diyeyim. o da önemli,ne badireler atlatmis, ne yollardan gecmissin. bana cok büyük hayat dersi oldu.isi gücü biraktim, kitabini yalayip yuttum.sagol varol. yalniz bir kisim var ki icim parcalandi, ama onu buraya yazmayayim.

Fatih dedi ki...

büyük adamsin sevan hoca. ben bruckner'e 4.51 dk. zor dayandim. su an terapiyle mesgulüm.