Aslanlı Yol adını verdiğim otobiyografim, kısmen bu blogda daha önce çıkmış olan yazılarımı içeriyor. 21 Kasım'da piyasaya çıktı. Buyurun, kitaptan birkaç seçme.
[Susurluk
Mahkûmları]
Beni uzun uzun
deştiler. Sevan tehlikeli adamdır, aman dikkat diye sözde birileri bunları
önceden uyarmış. Baktılar öyle değilim, üstlerine rahatlık geldi. Konular
derinleşti. Abdullah Çatlı’ya müthiş bir hayranlıkları vardı: şöyle
zeki adamdı, umulmadık bakış açıları getirirdi, insanın içini okurdu, iki
kelime söyler toplantının yönünü değiştirirdi. Sonunda büyük komplimanı
ağızlarından çıkardılar. “Sevan Abi, şimdi kızacaksın sen ama rahmetliye senin kadar benzeyen birini
görmedik!”
*
[Istmina]
Kaldığımız pansiyonun sahibi kocaman bir zenci mama idi.
Sekiz kocadan dokuz çocuğu varmış. Kocaların iki ya da üç tanesi etraftaydı.
Biri beyazdı, ipe ve kazığa yabancı değil gibi bir hali vardı. Senin burada ne
işin var dedik. Ciddileşti. “Bak delikanlı,” dedi, “Kolombiya’da sağ kalmak istiyorsan böyle
sorular sormamayı öğren.” Pardon dedik.
*
[Popayán]
Kolombiya’dayken, usulca, uykudan uyandım. Dönüm noktası
neresiydi? Sanırım Popayán, tarihî üniversite kenti. Sıvası dökülmüş barok
yapılarla dolu, zaman tünelinde kaybolmuş bir yer; sokakta Buñuel filmlerinden çıkma, bastonlu, köstek
saatli profesörler, şapka çıkararak birbirlerine selam veriyorlar. Bir kahvehanede
oturduk. Etrafta sakallı, parkalı gençler, kesif sigara dumanı, çatık kaşlar, yıpranmış
kitaplar, sırt çantaları, kızıl-sarı-siyah posterler. Türkiye’yi andım.
Düşündüm. Hayır, hukuk okumayacağım. Kravat takmak zorunda olacağım bir meslek
yapmayacağım. Kendimi tek bir hayata
kıstırmayacağım.
*
[Dankwart Rustow]
Tamam, komplo
teorileri her zaman yanlıştır. Onu biliyorum. Gerçek dünyada olaylara dahiyane
tasarımlar değil, insanların aptallığı, beceriksizliği, hesapsız hırsları,
korkuları, kıskançlıkları yön verir. Bir başka hocam Mao bağlamında söylemişti, “tarihte cehaletin önemini asla küçümseme.” Sanırım tarihe ilişkin
söylenebilecek en derin sözlerden biridir.
*
[Monkey Business]
Ben de o sırada Güney Amerika’dan maymun getirme işine takmışım.
Peru’da bir maymun bilemedin 50 dolar,
New York’ta 5000
dolara alıcısı var, güzel iş. Tek problem: Amerika’ya maymun ithal etmek yasak,
bilimsel araştırma kurumları dışında. Derhal Polonya bağlantıları devreye sokuldu, Atlanta Üniversitesinden Polonyalı bir biyolog tedarik
edildi, bilimsel araştırma izinleri alındı. Bir de şirket kurduk Longfellow
Club adıyla. Ama Peru’daki adamlarımız fos çıktı,
maymunlar hastalanıp öldü, ayarladığımız gemi, gününden önce Peru’dan ayrıldı.
Ortada kaldık.
*
[Puerto Rico]
Akşam dolaşmaya çıktım. Sokaklar
boş; tek tük zenci, onlar da sarhoş ya da daha beteri. Derken mucize denk
geldi. Bakkal dükkânının önüne masa kurmuşlar. Beş on kişi toplanmış. Seksenlik
sıska bir zenci ayakta kontrbas çalıyor, ihtiyar teyze de bir zamanlar bu
işleri iyi bildiğini belli eden bir ritmle hafifçe salınıyor. Cazla salsa arası bir şey,
ama nasıl karanlık akorlar, ne cüretkâr falsolar, ne kadar kırık ritmler! Baba
Bach kromatiğin bu
kadarına şapka çıkarırdı, kesin.
*
[Mykonos]
Sabahın ikisinde uyandım ki, soğuktan, rutubetten ölmek
üzereyim. Köpekler gibi titriyorum. Zifiri karanlıkta beynimi toplamaya
çalışırken baktım, kol mesafesinde yatan biri daha var, gözlerini açmış bana
bakıyor. “Çok üşüyorum,” dedim. Sıkkın, biraz baktı. “Peki gel,” dedi. Allahtan dişiymiş! Uyku tulumunun içine
sığıştık. Pek İngilizce bilmiyordu. Biraz öpüştük, ama o da yorgundu, uyku
galip geldi.
*
[Zbigniew
Brzezinski]
Nefes kesici bir
ders oldu. Sanırım o güne dek tanıdığım en keskin zekâlı insandı: mütehakkim,
alaycı, kendinden – fazlasıyla – emin. Dümenin arkasından görünen dünyayı,
unutulmayacak bir berraklıkla anlattı. Yanısıra dümen odasında olup bitenleri
tahlil etti; Metternich’vari bir yükseltiden, küçük adamların hatalarını,
cahilliklerini, küçük kavgalarını ibret aynasına yansıttı; şahsi savaşlarını
sürdürdü. Büyük egolara has bir gösteriydi. Dünyayı anlatırken aslında kendini
anlatıyordu.
*
[Commodore]
Esas komiği şu: bu sırada ben hem
asker kaçağıyım, hem 1980 öncesi örgüt üyeliğinden aranıyorum, aranıyor
muyum tam da belli değil. Bir yandan ANAP’ın kongresine bilgisayar sistemi kuruyoruz, Ankara’ya gidip Erkal Zenger’le, Adnan Kahveci ile, parti
kodamanlarıyla görüşüyorum. Bir yandan içim pır pır, bakanlığın kapısında
kulağımdan tutup içeri atsalar sürpriz olmaz. Adamlara anlatamazsın da,
inanılır gibi değil çünkü.
*
[Hiram Abas]
İki saat gözüm bağlı bekledikten
sonra sorguya alındım. Penceresiz büyük bir oda, ortada tahta bir sandalyede
ben, aynen filmlerdeki gibi, karşımda iki sorgucu. Biri belli ki kötü polis
rolünde, aptal aptal laflar edip beni kışkırtmaya çalışıyor: “Asala’cısın hadi
itiraf et, pişmanlık yasasından faydalan.” Öteki az konuşuyor, ama yüzüne bakar
bakmaz görülüyor ki zeki ve mütehakkim biri, makamdan değil kişilikten gelen
otoriteye sahip; rafine Türkçe konuşuyor. “Bu adamla aramızda sınıfsal dayanışma
var, bundan bana zarar gelmez” diye düşündüm. Rahat olmaya karar verdim.
*
[Azerbaycan]
Sivil tipler geldi, bariz KGB stili. Biri sorguya başlıyor. Az sonra o
gidiyor, diğeri geliyor, aynı soruları baştan sormaya başlıyor. O kahve içmeye
çıkıyor, üçüncüsü geliyor hadi baştan. İnternetten bakmışlar, kaya mezarı
nedeniyle aldığım iki yıl hapis cezasını görmüşler. Sen hapisten kaçıp mı buraya
geldin? E tabii, dedim, Türkiye’de
hapisten kaçan bir Ermeni için vizesiz Azerbaycan’a
gelmekten daha doğal ne olabilir?
*
[Tümg. Yusuf Haznedaroğlu]
Bana döndü, küçük dağları
yaratmış olmanın verdiği özgüvenle “Sen Das
Kapital’i okudun mu?” diye sordu. Okudum komutanım dedim.
Sonra herhalde vaziyeti kurtarmak için, “cahil kalmamak lazım” gibi bir
şey geveledim, hani bilimsel merak, başka bir nedeni yok gibisinden. Büsbütün
köpürdü. Tahsilimizi sordu. Arkadaşlardan biri Amerika’da matematik profesörü,
biri Alman Yeşillerinin siyasi danışmanı, biri altı-yedi sene yatmış bir
Dev-Yolcu. Ben siyaset bilimi okuduğumu söyleyince, “söyle
bakalım bir dahaki seçimde ne olacak,” diye sınavı sürdürdü. Sene 1986. “Süleyman
Demirel başbakan olur”
dedim. Film orada koptu. “İyice aptalmışın sen,” diye höykürdü, tükürük
saçarak. Hepimizi huzurundan kovdu. Türk Ordusu’nun iki kez devirdiği adam mı
başbakan olacak?
*
[Ali Nesin]
İşin siyasi yönünü
de tartışmıştık uzun uzun. Memlekete norm dikte etme şansın yok, çünkü sen
azınlıktasın. Eninde sonunda çoğunluğun normu galip gelir. Ramazanda bira
servisi yaptırmak için kuracağın komisyonu er veya geç Ramazancılar ele
geçirir. Onun için, senin ve benim gibi
azınlıkta olanların normlardan değil özgürlüklerden yana olması gerekir.
Karışma, bırak. Sen ona saygı göstersen, onun da sana saygı göstermesini
bekleme hakkın olur.
*
[Thomas Goltz]
Üst düzey emniyet kadrolarıyla
insanı işkillendirecek ölçüde sıkı fıkıydı. Kim bilir neden İran sınır boylarını
pek sever, günlerce Van’a takılır, sonra acayip birtakım nakliyeci tiplere
bürosunda emirler yağdırırdı. Günahı kuşkucuların
boynuna. 89’da bir de baktık ki Azerbaycan’a gitmiş, o zamanki cumhurbaşkanı Elçibey’in sağ kolu oluvermiş. Karabağ savaşı
sırasında Amerikan basınına kan ve barut kokan anti-Ermeni yazılar geçti.
Bana olan gıcığından mıdır diye düşünmedim değil.
*
[Anton Bruckner]
Araba spor BMW, bastın mı 240’a bana mısın demiyor.
Thomas bir de müzik tertibatı kurmuş, asfalt
titreten cinsinden. Radyoyu kurcalarken karşıma Bruckner çıktı: Dokuzuncu Senfoninin başı, feierlich, misterioso. Tesadüfen birkaç
gün önce de dinlemişim, o tantanalı, ağdalı sesine kulağım biraz alışmış. Sesi
açtım. Güzelmiş. Daha açtım: çok güzelmiş. Vay canına, inanılmaz bir müzik!
Nasıl olduğunu anlamadan, yerçekimi hükmünü yitirdi. Uçabilir miyim? Uçarım! O
iki kamyonun arasından bu araba geçer mi? Geçmez
ama ben geçerim! Kanatlandım. Kâh sol şeritten, kâh birbirini sollayan
arabaların ortasından, kâh şarampolden, kâh tarlaların içinden, uçmaya
başladım. Herkes bana bakıp küfrediyordu sanırım, yakalasalar canıma
okuyacaklar, ama kimin umurunda? Orada ölsem gam yer miyim? Yemem! Hatta
öleceksem tam yeri bu. Öyle tanrısal bir müzik.
*
[Tanzot]
Artvin’den minibüslerle yola düşüldü. Dağlar, vadiler,
kanyonlar aşıldı. Kar tutmuş tingirdek yollardan Ardanuç Boğazının düz
duvarına tırmanıldı. Davul zurnayla karşılandık. Bele kadar kara batmış yoldan
yukarı mahalleye yürüdük. Yanımızda otelin adamları, eski filmlerdeki zenci
hizmetkârlar gibi, sırtlarında kolilerle sofra servisleri, yatak takımları
taşıyorlar. Şarap bardağı da varmış, beyaz ayrı, kırmızı ayrı. Oflaya puflaya
taşıdıkları büyük sandık nedir diye sorduk. Alafranga tuvalet imiş.
Misafirler alışık değildir, bir yerleri incinir diye düşünmüşler.
*
[Atina]
Atina-İstanbul arabayla on saatlik yoldur. Yol boyu kitap
kafamda şekillendi, tonu belirdi, cümleleri yerine oturdu. En önemlisi tondur. Her kitabın bir tavrı vardır, dans eder
gibi bir şey, bir tür beden dili. Onu tutturdun mu gerisi kolay.
*
[Bodleian Library]
Yıllar sonra Selçuk Cezaevindeyken dayanılmaz bir özlemle özlediğim tek
şey o kütüphane oldu. Çıktığımda ilk iş oraya hacca gitmeyi kafama koydum.
Bizim Susurlukçu arkadaşlara da
dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım, ne pavyon, ne kerhane, iyi bir
kütüphanenin verdiği zevkin yamacına hiç biri yaklaşamaz diye. Kafa salladılar,
Sevan Abi valla Ankara’da
çok iyi pavyonlar var, sen bilmiyorsun diye ısrar ettiler.
*
[Rasim Beğ]
Gel seni bizim
partiye götürelim dediler. Müsavat Partisiymiş, bizim 70’lerdeki sol dergi lokalleri
gibi bir yer. Giren çıkan bellisiz, kül tablaları tepeleme dolu, birtakım esmer
ve ciddi gençler harıl harıl inqılab hazırlıyorlar. Duvarda uluyan bozkurt
posteri, Türk büyüklerinin portreleri, en büyüğü de Alpaslan Türkeş. Gence halk
hareketinin önderi, Gence Kaplanı Rasim Beğle
tanıştırdılar. Derhal kanım kaynadı: ötekiler gibi dogmatik bir hayal aleminde
değil, hayatı tanıyan biri, halk adamı. Fena halde bizim Ömer Laçiner’e benziyor, hem tipi hem tavrıyla:
mütehakkim, inceden alaycı, karşısında zeki birini bulmaktan belli ki o da
hoşnut. Uzun süre Sibirya’da hapiste kalmış, şimdi de KGB yine peşindeymiş.
*
[İsviçre]
Ertesi gün arabaya otostopçu bir
kız aldım. O da Budist çıkmasın mı? “Otoyoldan
gitmeyeceğim çünkü çirkin, köy yolu daha güzel,” dedim. Uzun uzun beni
aydınlattı, bir morona ders verir gibi. Güzellik,
çirkinlik aslında yokmuş. İç huzura erişirsem otoyol motoyol farketmezmiş.
*
[Sudetenland]
Çekoslovakya’ya geçtik, babasının köyünü aradık. Yarım
yüzyıldan beri tek bir Almanın ayak basmadığı, yarı metruk, kasvetli Sudet
köylerinde günlerce iz sürdük. Viraneye dönmüş eski malikâneleri, kanadı kırık
Birinci Dünya Harbi anıtlarını,
ısırgan otu bürümüş Alman mezarlıklarını fotoğrafladık. Eski binaların
üzerindeki acemice silinmiş yazıtlarda,
Çekçenin altından görünen Almanca isimleri okuduk. Güzel yurdumuzdan bana
tanıdık gelen şeylerdi hepsi. Ama bu sefer Almanın gözüyle görmek başka ufuklar
açtı. Zulmün asıl kurbanının, zulme uğrayan değil, zulmü yapan olduğunu
düşünmeye başladım. Zulüm yükünü, çünkü, ancak inkâr ve yalanla
hafifletebilirsin. Vicdanındaki yarayı ancak riya ile örtebilirsin. Riya ise,
bir toplumun ruhunu çürüten en korkunç zehirdir.
*
[Svaneti]
Diz boyu çamura rağmen dağı aşabildik. Öbür tarafta
Uşguli köyüne indik. Evet, değermiş! Hemşin’i unut, İsviçre halt etmiş, Girit bile eski Girit değil. Bu kadar kusursuz başka
dağ köyü var mıdır dünyada? Heybetli dağlara karşı boy vermiş on-onbeş tane taş
kule, alabildiğine sade, alabildiğine mütevazı, alabildiğine şiirsel ve
hüzünlü. Aynı zamanda mağrur: “Ben
buradayım,” diyorlar, “ve boyun eğmem.” Ondan sonraki köylerin hepsi de
öyle: Cacaşi, Murkmeli, Davberi, Viçnaşi, Zegaşi, Tsvirmi, İeli… Büyülenmiş
gibi, bir tam gün o metruk köyleri dolaştık. Taşla şiirin, tevazuyla direnişin
dengelerini konuştuk.
*
[Valaam Adası]
Kuzey iklimlerinin
birinde, kara köknar ormanlarıyla kaplı yarı ıssız bir ada düşün.
Hava kasvetli, yağmur yağdı yağacak. Zemin dümdüz, yönünü tayin etmene yardımcı
olacak bir yükselti yok. Adım başı önüne ya bir göl ya bir körfez çıktığından
düz bir hatta ilerlemek de mümkün değil. Körlemesine yürüyorsun. Derken bir
açıklıkta gümüş yaldızlı soğan kubbeleriyle heybetli bir Rus kilisesi çıkıyor
önüne. Belli ki Katerina çağından kalma bir
şey, pasta gibi süslü, ama sıvaları dökük, demirleri paslı. Kapıda Rus devlet
dairelerine özgü bir tabela, ama o da paslı, falan ministry, filan direktoraty,
girmek yasak, fotoğraf çekmek yasak. Etrafta in cin yok. Bahçede kara cübbeli,
uzun sakallı iki keşiş görüyorsun. Seslenince
boş bir ifadeyle öbür tarafa bakıp uzaklaşıyorlar.
*
[Johann Sebastian Bach]
Onikinin iyi bir sayı olduğu kanısındaydım. Ama
pratik nedenlerle altıya da razıydım. İnsanlık tarihinin en güzel insanı kim?
Johann Sebastian Usta. Kaç çocuk yapmış? Yirmibeş. O kadar. Bir bildiği vardı elbet.
*
[Mimarlar]
Denk geldikçe tanıdık mimarlara, mühendislere fikir
sorduk. Şablon ve klişeden başka şey işitmedik; hepsinin ruh yoksunu birer
robot olduğuna kanaat getirdik. Oda dediğin neden odaya benzesin ki? Taban
kaplayacaksan neden endüstrinin sana sunduğu üç beş kıytırık seçenekle
yetinesin? Salonun duvarından neden
incir ağacı çıkmasın?
*
[Şirince]
Taşra yaşantısının küçük
konforları bizi mutlu ediyordu. Şirince’den ilçe
merkezi on dakika. Sabah git, bankaya uğra, dişçiye git, marangozla konuş,
telefonu açtır, noter işini hallet, belediye başkanıyla görüş, fotokopi çektir,
kargoya bak, arabayı tamir ettir, öğlene kalmadan hepsi biter. Her şey iki
sokak içinde döner. Her gittiğin yerde buyur ederler, çay söylerler, hal hatır sorarlar. Parayı da sonradan gönderirsin,
lafı mı olur Sevan Bey?
*
[İzmir]
İzmir tuhaf bir yerdir, İstanbulluyu yanıltır.
Şehir gibi görünür ama aslında köydür. Kalburun üstünde kalan kesimde herkes
birbirini tanır: ya liseden arkadaştır, ya kocasının eski sevgilisidir, ya
Çeşme’den
komşudur. Yalnız kendileri değil, iki-üç kuşaktan beri aileleri de tanışır.
Birçoğunun toprak geliri vardır; onun getirdiği bir rehavet – şımarıklık mı
desek? – kendini hissettirir. Gece gittiğin bir yerde hiç tanımadığın biriyle
rastlaşma ihtimalin azdır. Rastlasan yadırgarsın. “Kim bu zibidi?” diye arkadaşlara sorarsın.
*
[Benjamin
Constant]
Akıl,
acımasız bir sürücüdür. Aklın egemenliğine boyun eğen
kişi, onun sürüklediği yerlere gitmemezlik edemez. Hakikatin tek ve alışıldık
cephesiyle yetinemez. Tutarlılığın, ancak dürüstlükten taviz vererek kazanılan
bir erdem olduğunu bilir. “Ben hakikati buldum, başka soru sormayacağım” diyen
insan, aklıyla birlikte vicdanını uykuya yatırmış olandır.
*
[Welikada Hapishanesi]
Ertesi gün kendimi katiller koğuşuna aldırmayı başardım.
Hapishanede katillerin yeri başkadır. Hırsız-uğursuz takımı gibi olmazlar, ağırbaşlı insanlar. Çoğu hayatlarında
bir kere suç işlemiştir, ondan beri o suçu nasıl işlediklerini anlamaya
çalışır. Uzun süre içeride oldukları için, kurulu bir düzenleri vardır. Ayrıca
katiller koğuşu daha güvenli olur, kan davalarından çekindikleri için it
uğursuz takımını pek içeri sokmazlar.
*
[Dedem]
Pazar günleri dedemlerle hep beraber yemek yemek
adettendi. Sofrada on-onbeş kişiden eksik olunmazdı. Adı duyulmadık uzak
akrabalar, Samatya’dan kırk yıl önceki komşular, yalnızlığı çenesine vurmuş kokona teyzeler gelip anneannemlerde bir hafta, on gün
yatıya kalırlardı. Hayat boyu bana eşlik eden büyük aile tutkumu muhtemelen o
sofralarda edindim. Çekirdek aileye oranla büyük ailenin bireysel özgürlüğe
daha fazla pay bıraktığını orada idrak ettim. Kaçış imkânları daha fazladır,
saatlerce ortadan kaybolsan kimse fark etmez.
*
[Lago Maggiore]
İtalya’da Komünist Partili
bir öğretmen aldı arabaya. Uzun uzun parti mücadelelerini anlattı. Maggiore
Gölü kıyısındaki
harikulade malikânelerin yanından geçtik. “Bunlar ne olacak peki?” diye sordum.
Burjuvazi çürümüş bir sınıfmış, işçiler başa geldiğinde o konakları halkın
yararına daha iyi değerlendirecekmiş. Sempatik bir adamdı. Kendi de güldü söylediğine.
*
[Işık Lisesi]
Yarışmanın ödülü
olarak ortaokulu Işık Lisesinde burslu okudum. Orada “çağdaş” kıyafetli
Türk faşizmiyle yakından tanışma
fırsatı buldum. Bayraktan, marştan, vatanmillet edebiyatından, kan dökme
antlarından, Türk varlığına armağan edilen varlıklardan, bütün bunların ardında
yatan kitlesel isteriden, yalnız ve
zayıf olanı ezme şehvetinden, hepsinin simgesi ve şahikası olan Ulu Manitu figüründen nefret etmeyi öğrendim.
Ortaokuldayken kusardım. Bugün dahi belli bir dozdan fazlası, fiziksel bir his
olarak, o eski mide bulantısını geri getirir.
*
[Albayrak]
Kapıdaki asker “yassak” dedi. “Komutanın gelsin!” diye emrettim, tartışılmayacak bir tonla. Kıdemli jandarma başçavuşmuş, o bizi çağırdı, gittik. “Güvenlik”
dedi, “vatan savunması” dedi, elin Ermenisinin cüretine biraz da şaştığını
belli ederek. Osmaniyeliymiş. “Osmaniye neden Osmaniye olmuş bilir misin?” dedim. Tabii bilmezmiş.
Kozanoğlu isyanını, Derviş Paşa’nın Fırka-i Islahiye’sini anlattım. Türkmen aşiretlerinin
nasıl Gâvur Dağında avlanıp
düze iskân edildiğini anlattım. Osmaniye, Islahiye, Hassa adlarının ideolojik anlamını irdeledim. Ağzı
açık dinledi. Çay söyledi. “Kilisede hazine varmış diyorlar,” dedi. Alın
teriyle kazanılmamış paradan kimseye hayır gelmediğini açıkladım. Hak verdi.
Madem buraya kadar gelmişiniz, bari gezdireyim dedi.
*
[Timur Schindel]
Bir başka gün Timur Schindel geldi. Motosikletle dünyayı
dolaşmış. Gaziantep’te karar kılmış. Birkaç tane eski taş konak alıp otel yapmaya karar
vermiş. “Ne tavsiye edersin?” dedi. Aklıma gelivereni pat diye söyledim. Bir,
uçmaktan korkma: uçabilen yol alır. İki, herkes ne yapıyorsa tersini yap, çok
yanılmazsın. Üç, turizm ve otelcilik okulu okumuş kimseyi oteline alma. Aklı
yattı sanırım. Türkiye’nin en orijinal küçük otellerinden birini kurdu.
*
[Selçuk
Kaymakamı]
O sırada
bizim kaymakam pat diye görevden alınmasın mı? İnşaata
başlamadan birkaç gün önce yenisini makamında ziyaret ettim. Görevinde başarı
ve mutluluklar diledim. Durumu anlattım. Selefiyle başlattığımız verimli
diyalogu sürdüreceğimize dair derin inancımı dile getirdim. Adam oturduğu yerde
kurum kurum kuruldu, sordu: “Sewan Bey ruhsatınız var mı?” Anlatamadım galiba
dedim; bir daha anlatayım. Daha kasıldı, önemli bir sırrı ifşa etmenin
ciddiyetiyle “Türkiye,” dedi, “bir huguk dewletidir.” Ben dayanamadım, “Aa”
dedim, “çok sevindim. İki gündür gazete
okumuyorum, yeni oldu herhalde?”Adamcağız daha gerdan bükme hareketini
tamamlamadan müsaade istedim, çıktım.
*
[Gâvur Hoca]
Hoca geldi. Gençten, temiz yüzlü bir adam, el-Ezher’de okumuş, tez
filan yazmış. İşi ciddiye aldı. Dört-beş kişilik sınıf oluşturdu, haftada üç
gün gelip ders vermeye başladı, kıraati geçip tecvide geldiler. Ama hocanın
asıl derdi başka. Dersi kısa kesip yukarıya, özel yazıhaneme dönüştürdüğüm
idare odasına geliyor. Gardiyana çay
ısmarlayıp Kuran’da falanca terimin anlamı neymiş, Tevrat o konuda ne dermiş musahabesi yapıyoruz. O
sıra sakal göğsüme inmiş, masamda koca koca Arapça, İbranice,
Osmanlıca sözlükler. “Gâvur Hoca” diye çıktı mı lakabım?
*
[Aziz Sava Manastırı]
Brother Philip seni gezdirsin dediler. İngilizceyi Amerikan
aksanıyla konuşan gençten bir rahip: uzun sakal, örgülü uzun saç, cübbesinin
üstüne el örgüsü hırka giymiş. Kimsin, nesin diye sordum. Amerikalıymış, Rum veya Ortodoks da değilmiş, New Jersey’de otururmuş. Bir gün manastırın fotoğrafını görmüş ve “Oraya gitmeliyim,” diye
düşünmüş. Bir hafta bile beklemeden, tek yön uçak biletini alıp buraya
gelmiş. Kapıda iki gün bekletmişler. Sonra bir yıl deneme süresi vermişler. Bir
yılın sonunda takdis edilmiş. Dört-beş senedir buradaymış. Yılda bir kez vizesini yenilemek için Kudüs’e gitmesi
gerekiyormuş. Başkaca dışarıya çıkmamış.
*
[Kudüs]
Meydanın kenarındaki cüce evinden
yaşlı bir kadın çıktı, elinde bulaşık köpüğü. “Buyurun ne aradınız?” diye
sordu, kusursuz bir İstanbul Ermenicesiyle.
Gak guk dedim. “Neden geldin?” diye üsteledi, “Nerede olduğunu biliyor musun?”
Bilemedim. Burası dünyanın en kutsal yeriymiş. Sion Dağının
tam tepesindeymişiz. Davut, mezmurları
burada okumuş. Efendimiz tutuklandıktan sonra burada, Kayafas’ın sarayında sabaha dek işkence görmüş, şuradaki
incir ağacına zincirlenmiş, sabahleyin Pilatus’un makamına sevkedilmiş. “Demek ki geldin ve haberin
yok,” dedi, acıyarak.
*
[Nemrut Dağı]
Ne olduğunu anlamadan gecenin içinden yedi-sekiz kişi
beliriverdi. Yamuk tipli adamlar, üstlerinde parka, ellerinde piyade tüfekleri,
insanı kör eden projektörleri açtılar.
Hot zot emirler, “Kimsin! Eller yukarı!” Böyle durumda işin can alıcı noktası
soğukkanlılığını korumaktır. “Hele indirin bakalım şu aletleri,” diye buyurduk.
“Kör müsünüz, rakı içiyoruz!” Anlayalım dedik, hangi tarafsınız. Korucuymuşlar.
Ayrıca bu dağın sahibi olan aşiretmişler. Gecenin bu saatinde ateş görünce
akılları çıkmış. Terörist olamaz diye mantık yürütmüşler, ama başkaca anlam da
verememişler. Buyur ettik. Görevdeyken içki içemezlermiş. “Başlatma şimdi
göreve,” dedik. Şef, biraz tereddütle bir kadeh almayı kabul etti. Gençler halâ
bekliyor, tüfekleri indirme emri verilsin diye.
*
[Mesrob Mutafyan]
Hem makam sorumluluğu taşıyan, hem entelektüel
kimliğini koruyabilen kaç kişi var bu ülkede? Okumuş olanlar çoğu zaman karar
vermenin yükünü bilmezler; yönetimde olanlar ise kalplerini ve beyinlerini çoktan hurdaya vermişlerdir. Mesrob Sırpazan iki kişiliği birden taşıyan ender
insanlardandı. Belki o yüzden çoğu insana sohbeti yorucu gelmiştir, kim bilir.
*
[Hrant Dink]
Cenaze yürüyüşü Osmanbey’de başladı,
Taksim’den Tarlabaşı’na indi,
köprüyü geçti, Aksaray’a tırmandı,
Kumkapı’ya
ulaştı. Yol boyu katılanlarla büyüdü, muazzam bir insan seline dönüştü. Epey
miting gördüğüm halde böylesine hiç tanık olmamıştım. Örgüt yoktu. Kalabalık
görünsün diye oraya getirilmiş, eş dost hatırına gelmiş kimse yoktu.
Yüzbinlerce insan, içten gelen bir acıyla yalnız, bir şey yapamamanın utancıyla
sessiz, acısını ve utancını paylaşmaya gelmişti. Yeter artık! O gün TC rejiminin çatırdadığını hissettim.
Bu insanlar, o hilkat garibesini daha fazla taşıyamaz. Taşımayacak.
*
[Kaya Mezarı]
Herhangi bir çıkara veya küçük hesaba dayanmayan bir
jest yapmak şu dünyada mümkün müdür? Ne zamandan beri aklımı kurcalayan bir
konuydu bu. Gerçek özgürlük – eğer özgürlük diye bir şey varsa – budur: seni esir alan nefsini, köle kılan çıkarını
ve sosyal mecburiyetleri hepten bir kenara itip bir şeyi sadece “güzel”
olduğu için yapabiliyor musun?
*
[Abhazya]
Köy çıkışında ilk
cesetlerimizi gördük. Yol kenarına yatırmışlar, başlarında eşofman üstü
kamuflaj ceketi giymiş birkaç Gürcü askeri. Sylvester Stallone kılıklı bir tanesi gözü dönmüş bir ifadeyle
silahı arabanın camından içeri soktu, kafama doğrulttu. “Rambo!” deyip güldüm, sigara ikram ettim. Marlboro paketini kaptı, ne halin varsa gör gibisinden
yol verdi.
*
[Debre Damo Manastırı]
Köylüler anlattı. Yukarıda 150
keşiş varmış. Bütün günleri dua ve oruçla geçermiş. Arasıra çarşıya indikleri
olurmuş ama çoğu hayat boyu orada
kalırmış. Pek aziz olanları kayanın dik yamacına oyulu tek kişilik
hücrelerde bazen yıllarca kalıp kendini ibadete verirmiş. Ekmekle suyu
yukarıdan iple sarkıtılırmış. Bizim oğlan da keşişlerin elini öpmeye gelmiş. Kalır herhalde, bir daha inmez dediler.
*
[Ermenistan]
O tozun örtmediği yer manastırlar. Her biri bir ıssız
dağın başında, insanın tanrıyla – ya da kendi ruhuyla – yalnız kaldığı yerler.
Dünyanın pek az yerinde benzeri olan bir mimari kusursuzlukla inşa edilmişler.
Hepsi aynı ruhun eseri, ama hiçbiri diğerinin aynı değil. Etrafta sükûneti
bozan hiçbir şey yok, ne turist otobüsleri, ne bilet, ne levha, ne satış
standı, ne otopark ücreti, ne terbiyesizce “restorasyon” gösterileri. Sınırın
berisindekiler gibi vahşet izleri yok, ama Batı’nın
kibar cilası ile de (henüz) kirlenmemişler. Bin yıldan beri değişmeden
oradalar.
*
[OdaTV]
Bana birkaç mail
attı, baştan aşağı övgü ve hayranlık, ama şurada dediğim yanlış, orada
savunduğum da yalan. Şirince’ye buyur ettim, gel konuşalım. Geldi. Geldiği gibi beni
Odatv’ye yazı yazmaya davet etti. İyi para verirlermiş.
Editörler fikirlerime katılmasalar da bana hayranmışlar. Kendisi de pek
istermiş benle aynı yerde olmak. Telefon edildi, editörler hararetle destekledi
daveti. Lafonten’in kargası da sesi övüldüğünde o duyguya kapılmıştır: tilki yalan söylüyor, ama olsun, sesim
güzel! O sırada Taraf’tan yeni ayrılmışım, besbelli Taraf’ı yıpratmak için beni
kullanacaklar.
*
[Horomos Manastırı]
Aşağı kiliselere inen patikanın başına paslı bir tel
çekmişler, “dikkat mayın girilmez” tabelası var. Kulak asmadık geçtik. O
güzelliğin içinde kendini galiba yenilmez hissediyorsun. Bir de o vandalizmi
yapanların sözünü dinlemek onuruna dokunuyor. Gene de ne olur ne olmaz, ben önden
yürüyeceğim dedim. Patlayacak olursam siz
devam etmeyin, geri dönün.
*
[Özgürlük]
Ama özgürlük zor meslek. Basit formülleri yok. Yalnız kurt olup
yollarda izini kaybettirmek midir özgürlük? Yoksa kimsenin seni göremeyeceği
bir yerde inzivaya çekilmek mi? Ya da içinde yaşadığın köyü yahut dünyayı kendi
iradene göre şekillendirmeye çalışmak mı özgür yaşamanın yolu? Halâ daha
bilmiyorum cevabı. Öğrenemeden gideceğim diye bazen üzülüyorum.